Hızırbey

Hızırbey Haber Portalı

00:22, 17 Nisan 2024 Çarşamba
İMAN KONUSU  BÖLÜM: (3/7)
İMAN KONUSU

İMAN KONUSU BÖLÜM: (3/7)

Hazret (ks) Allah’a imanın insana tesiri, Allah sevgisi ve korkusu hakkındaki tavsiyeleri:


Hazret (ks) Allah’a imanın insana tesiri, Allah sevgisi ve korkusu hakkındaki tavsiyeleri:

Allah'a İman Ne Demektir?

Allah’u Teâlâ’nın, (c.c) varlığına ve birliğine inanmak ve O'nu sıfat ve isimleriyle güzelce tanımaktır.

Allah'a (c.c) iman, İslamiyet’ten önce gelen bütün dinlerin temelidir. Son din olan İslam dinimizde de Allah’a (c.c) inanma, O'na dayanma ve ibadette bulunma ihtiyacı, insanda yaratılıştan vardır.  Bu duygu, insanla beraber doğmuş ve her devirde de devam etmiştir.

Allah'ın (c.c) varlığının delillerinden biri de budur. Çünkü fıtrat ya­lan söylemez. İnsan fıtratında, madem, bir yüce Yaratıcıya inanıp dayanma, Allah'a (c.c) ibadet etme, yalvarıp dileklerine karşılık bulma ih­tiyacı vardır; Öyleyse o yüce Yaratanın var olmaması mümkün de­ğildir. Bu, fıtratın inkârı demek olur. Başka hiçbir delil olmasa bile, bu fıtrat ve vicdan delili, Allah'ın (c.c) varlığını anlamamız için kâfi bir ışıktır.

Aslında, Allah'ı (c.c) inkâra yeltenenler bile, başları dara geldiği. za­man yine Allah’a (c.c) yönelmek, Allah'tan yardım dilemek zorunda ka­lırlar. Fakat darlıktan kurtulur kurtulmaz yine eski hallerine döner­ler. Bunun misallerini pek çok görmüş ve duymuşuzdur.

Allah’u Teâlâ bu hususa Kur'an-ı Kerim de şu şekilde işaret buyurmaktadır:

«İnsana bir zarar dokunduğu zaman, yan üstü yatarak yahut oturarak veya ayakta iken bize yalvarır. Fakat ona (yaklaşmasına se­bep olan) o zararı kaldırdığımız zaman, sanki kendine dokunan bir zarardan dolayı bize yalvaran o değilmiş gibi hareket eder. Eski sapıklığına devam eder.» (Yunus, 12).

«Gemiye bindikleri zaman (batma korkusundan) ihlâs ile Al­lah'a yalvarırlar, fakat kendilerini karaya çıkarıp kurtardığımızda, hemen şirk koşarlar.» (Ankebut, 65)

Hazret (ks) Sadatlarımız Allah'ın Zatını Görmemiz Mümkün mü? Sorusunu Şöyle Açıkladı: İnsanın Allah’u Teâlâ'nın zatını bu dünyada görebilmesi mümkün olmadığı gibi, gerçek mahiyetini kavrayabilmesi de imkânsızdır.

Çünkü insanın aklı ve duyguları sınırlıdır. Allah'ın mahiyetini kavramaya müsait değildir. Fakat mahlûkata bakıp O'nun varlı­ğını ve birliğini anlamaya, sonsuz kudretini ve diğer sıfat ve isim­lerini bilmeye güç yetirebilir.

Bunun içindir ki Allah’u Teâlâ, (c.c) bizi zatını ve mahiyetini düşün­mekten menetmiş, yalnızca kendisinin varlığını ve birliğini bilme­mizi ve sıfat ve isimlerini tanımamızı emretmiştir.

Bu hususta Peygamber Efendimiz,(sav) şöyle buyurmuşlardır:

«Allah'ın varlığını, birliğini anlamak için göklere bakın, yere ba­kın, kendi nefsinize bakın ve bütün bunların yaratılışındaki akıllara hayret veren incelikleri, bunların kendiliğinden olamayacağını dü­şünün. Çünkü bunlar, Allah'ın varlık ve birliğini gösteren alâmet­lerdir.  Fakat Allah'ın zatını, mahiyetini düşünmeyin. 'Allah acaba şöyle midir, böyle midir? O'nun görmesi, işitmesi nasıldır?' Diye düşünmeye kalkışmayın. Zira buna kudretiniz yetmez. 'Ne kadar ça­lışsanız da bunu hakkıyla bilemezsiniz, idrak edemezsiniz. Şaşırırsız. Bilgi ve görgü ölçüleriniz buna yetmez». H.Ş.

Aslında biraz düşünecek olursak, Allah'ın (c.c) zati mahiyetini kav­ramanın mümkün olmadığını aklen bile anlayabiliriz. Yumurta için­deki bir civcivden yumurtanın dışındaki âlemi idrak etmesi elbette beklenemez. İnsan aklı da şu muhteşem kâinat ve kâinat içindeki Allah'ın (c.c) yarattığı âlemleri bilme, tanıma bakımından, yumurta için­deki civcivden farksızdır. Bu bakımdan, insan aklının son derece sınırlı id­rak kapasitesiyle kâinatı yaratanın zatını ve mahiyetini kavrayabil­mesi imkânsızdır.

Hazret (k.s)  Sadatlarımız bu hususu şu şekilde izah etmişlerdir:

Bir insanın mağarada büyüyüp hiç ışık yüzü görmediğini ve kendisinin bir gün sabahın erken saatlerinde ve daha güneş doğ­madan dünya yüzüne çıkarıldığını farz ediniz. Her tarafı dolduran ışıktan derhal gözleri kamaşan bu şahsa, bu ışığın bir güneşten gel­diği söylense o adam güneşi ziyadesiyle merak edecek ve onu tanı­maya çalışacaktır.

Şimdi bu adamın hayalinde nasıl canlandırırsa canlandırsın, gü­neşi asla anlayamayacağı ve her defasında güneş yerine başka şeyler hayal edeceği açıktır. Çünkü güneşi etrafında gördü­ğü şeylere kıyas edeceğinden yapacağı her kıyas yanlış olacak ve isabet kaydetmeyecektir.

Güneşe inanmak o adam için imanın bir rüknü olsa o, güneşi her nasıl düşünürse düşünsün her şekilde şirke düşecektir. Onun yapacağı tek şey, bu ışığın bir güneşten geldiğini ve fakat o güne­şin mahiyetini bilemeyeceğini idrak etmektir. Zaten ondan istenen iman da bundan ibarettir.

Temsildeki adamın güneşi anlayamaması gibi, her bir insan da kendi bedenini idare eden ve Ruh denilen sultanın mahiyetini bilememektedir. Bizler, bedenimizin ruhla kaim olduğunu, onun bu bedenden ayrılması halinde bu 'binanın yıkılacağını ve O' sultanın göz penceresiyle bu âlemi seyrettiğini, kulak cihazıyla ses­ler âlemini duyduğunu, dil ile de bütün tatları tattığını bildiğimiz halde Ruhun mahiyetini bilemiyoruz. Onun mahi­yeti hakkında her ne söylesek, yalan olacağı gibi, Ruhun zatını her ne tarzda düşünsek veya hayal etsek onun hakkında yanlışlığa düşmüş olacağız.

İşte, görmediği bir güneşin zatını anlamaktan aciz ve kendi Ruhunun mahiyetini anlamakta yetersiz olan insanın zaman ve mekândan münezzeh ve yaratıcı olan Allah’u Teâlâ’yı, (c.c) (hâşâ) zatiyle anlamaya çalışması ne derece büyük bir dalalet divaneliğidir. Ve insanı şirke yuvarlayan bir düşün­ce sapıklığıdır, düşününüz ve iyi anlayınız. Vesselâm.

Hazret (ks) İman konusunda anlamlı bir Menkıbe anlattı:

Bir zamanlar bir kişi Haruniye'nin meşhur kaplıcasına gitmeye karar vermiş ve başından geçen olayları şöyle nakletmiş: O zamanlar, her şoför, bu dağlık arazinin tehlikeli yol­larına girmeye cesaret edemiyordu. Biz bir kamyonet bulduk ve birkaç aile yataklarımızı ve diğer eşyalarımızı yerleştirip üzerlerine kurulduk. Bir süre sonra dağ yolarındaydık ağır, ağır gidiyorduk. Allah'tan ki karşımızdan başka araba gelmiyor­, Çünkü yolun bazı yerleri iki arabanın sığamayacağı kadar dardı. Nihayet zorlana, zorlana uzun yokuşu bitirmiş olan arabamız, düze çıkmıştı. Biraz sonra da tepeden iniş başlayacaktı. Bu arada

Gözüme enteresan bir şey ilişti. Hayret içindeydim.

Aman Allah’ım, çama bakınız! Sipsivri bir kayanın tepesinde kök atmış, bir avuç toprak bile yok. .           .

Ben böyle sesli düşünürken, kamyonda bulunan yaşlıca adam, biraz da benim hayretime kızgın olarak sordu:

Ne var bunda? Çoktur buralarda böyle ağaçlar.

Ne var olur mu? Şu Allah'ın kudretine bakınız! Koskocaman bir kayanın zirvesinde güzelim çam ağacını yaratmış.

İhtiyar adam: Hadi canım sende! Bunun Allah'la ve O'nun kudretiyle ne ilişkisi Var dedi.

Peki, ama nasıl olur başka türlü? Kim o çamı kayanın zirvesinde ve bir avuç toprak bile bulunmayan bir yerde bitirmiş olabilir?

İhtiyar adam: Hiç kimse evlat, Niçin iIIâki biri yaratmış olsun yani? Bun­lar hep geri ve ilkel düşüncelerdir.

Ama Allah o çamı orada yaratıp yetiştirmediyse, kim yaptı bu işi?

İhtiyar adam: Meselâ şöyle düşün: Bir kuş, ağzında bir çam tohumu ile uçar­ken, tam bu kayanın üzerine gelince, ağzından düşürmüştür. Düşen to­hum da kayanın bir kırık tarafına takılıp kalır ve oradaki toprağa kök salar. Sonra da kayanın altına giren kökleriyle böyle gelişip serpilir.

Olay sizin dediğiniz gibiyse bile, bütün bunları yapıp yaratan yok mu?

İhtiyar adam: Yok tabii... Yaratıcı diye bir şeye inanmak, bu devirde çok ayıptır.

Yaşınız başınızla bunu nasıl söylersiniz? Ben size bu konuda birçok misal söyleyebilirim.

Bu şekilde devam eden konuşmamız hemen münakaşaya döndü ve tabii seslerimiz de yükseldi. Adam bağırdıkça ben de sesimi yükseltiyor­dum. Bizi sessiz dinleyen diğer yolcular da zaman, zaman münakaşaya katılıyorlardı. Fakat halinden okumuş bir kimse olduğu sezilen bu yaşlı­ca adamdan başka hiç kimse, Allah'ı inkâr etmiyordu. Ama kamyon da bulunan diğer insanlar bir an önce de münakaşayı bitirmemizi ve susmamızı istiyorlardı.

Bu sırada araba yavaş, yavaş hızlanmaya başladı. Bir an sessizlikle herkes birbirine bakışırken, Şoför malinden başını uzatıp, «Fren patladı!» Diye seslendi Sağ ya­nımız yokuş aşağı çamlarla kaplı bir bayırdı. Sol ta­raf ise, yalçın kayalıklarla kaplı bir yamaçtı. Birkaç saniyelik şaşkınlık geçer geçmez, herkes çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Kimisi şehadet getiriyor, kimisi besmele çekiyor, kimisi de «Allah» diye bağırıyor, herkes ken­dince dualar edip yalvarıyordu.

Allah'a inanmadığını söyleyen yaşlı adamda adeta kendinden geçmiş, «Allah’ım!...» Allah’ım   Deyip yalvarıp duruyordu.

Ama bu durum, fazla sürmedi. Çünkü bizim bütün şaşkınlığımız ve

Hayretimiz arasında araba yavaşlamaya başladı ve biraz sonra kenara yanaşıp durdu. Durur durmaz da her kafadan bir ses yükselmeye baş­ladı:

Yahu bu ne biçim iş?

Hani fren patlamıştı?

Ödümüz patladı

Şaka mıydı yoksa?

Şoför yerinden çıkıp yanımıza yaklaştı ve benim biraz önce müna­kaşa ettiğim yaşlıca adama dönerek dedi ki:

Sen utanmıyor musun, Allah yoktur demeye? Biraz önce yoktur dedin, sonra da fren patladı sanınca, herkesten fazla Allah, Allah diye bağırdın. Biraz önce yok diyordun niçin O'nu yardıma çağırıyorsun? Dedi                                                  ­

Sonra da bize dönerek: Kusura bakmayın, fren miren patlamadı. Ben münakaşanızı du­yunca şu adama bir ders vermek istedim,» diyerek tekrar direksiyona geçti. ­

Araba yürüdüğünde her­kes susmuştu; Yaşlıca adam ise yüzü kıpkırmızı. Düşüncelere dalmıştı. Kaplıcaya gelip de eşyalarımızı indirdiğimiz zaman bana yaklaşarak:

İhtiyar adam, Oğlum, senden özür dilerim; Bunca yıldır inanmadığımı sandığım Allah'a Meğer ben inanıyormuşum da haberim yokmuş... Bunu öğrenme­me sebep oldun, şoför efendi, sana da çok teşekkür ederim, bana inan­cımın farkına varacak imkân sağladın, dedi.

Hazret (ks) bu menkıbeyi naklettikten sonra bu konuyu şöyle tamamladı. Aslında, Allah'ı inkâra yeltenenler bile, başları dara geldiği za­man yine Allah’a yönelmek, O'ndan yardım dilemek zorunda ka­lırlar. Fakat darlıktan kurtulur kurtulmaz yine eski hallerine döner­ler. Bunun misallerini pek çok görmüş ve duymuşuzdur bu hususta

Allah’u Teâlâ Kuran-ı Kerim de şöyle buyurmuştur:

«Gemiye bindikleri zaman (batma korkusundan) ihlâs ile Al­lah'a yalvarırlar, fakat kendilerini karaya çıkarıp kurtardığımızda, hemen şirk koşarlar.» (Ankebut, 65)

Allah’u Teâlâ (c.c) İmanımızı İnancımızı cümle Muhammet Ümmetiyle beraber hepimizde arttırsın ve sabit kılsın. Âmin. İnşâallah. Vesselâm.

Hazret (ks) Allah’a İmanın insan hayatına tesirleri nelerdir? Sorusunu açıkladı:

Allah'a inanan ve sevgiyle bağlanan insanın manevi ufku kâinat kadar geniş, huzuru ve neşesi Cennet bahçesi gibi daima taze ve ölümsüzdür.

Gözlerinde iman nuru parlar, sözlerinde hakikat, sevgi ve neşe çağlar.

İş ve hareketlerinde ahlâk, vakar (olgunluk) ve isabet göze çarpar.

O, insanları yaradılış itibariyle kardeşi bilir, onlara lütuf ve mer­hamet gözüyle bakar.

Şefkatlidir, insanların işlerine bir karşılık beklemeden koşar.

Fakirlerin gönlünü alır, yetimleri bağrına basar.

Kâinatla ve içindeki varlıkları sever, korur. Allah’ın izniyle dünyada ki olan hiçbir hadise, onu korkutmaz, gözünü yıldırmaz. Kalbindeki iman kuvveti ile kâinata ibret gözüyle bakar.

Allah'ın (c.c) kendisine bahşettiği, nimetlerden faydalanarak, Allah’ın (c.c)  isteğine göre hayatını sürdürmeye çalışır.

Ölümden korkmaz. Zira ölümü bir hiçlik ve yokluk kuyusu değil, hakiki hayatın ve ebedi saadetin başlangıç kapısı kabul eder.

Dünyada kendini misafir bilir. Misafirhane sahibi olan Allah'ın rızası ve izni dairesinde yer, içer ve rahatça yaşar. İmanlı kişi misafirlik müd­deti bitince de bu misafirhaneden huzurla ayrılıp ebedi mekânına gider.

Allah'a inanan ve sevgiyle bağlanan kimse, inançsızlığın verdiği korkunç acılardan ve elemlerden kurtulur.

Allah'a inanan kimsenin, kendine de, başkalarına da hiçbir za­rarı dokunmaz. Dünya Kanunun olmadığı yerlerde bile Allah'ın onu her an gördüğü inancı, işlediği kötülüklerin cezasız kalmayacağı korkusu, onu kötülüklerden engeller. Değil kötülük, bilakis elinden geldiğin­ce herkese iyilik yapmaya, faydalı olmaya çalışır.

Ruhunu iyi düşüncelerle doldurur, yüksek ahlaka erişir, içinden kötü hisleri kovar.

Allah'a inanmak ve O'na bağlanmak, insanı aynı zamanda ger­çek hürriyetine kavuşturur. Zira her şey'in Allah tarafından yara­tıldığını bilen insan, yaratıklara değil, yaratana kul olur. Mahlûkattan değil, yaratan Allah’tan korkar. Yalnız Allah'a güvenir, dayanır, O'ndan ister, O'na sığınır. Kula kul olmaz. Kimseye el açıp dilencilik ve dal­kavukluk yapmaz.

Hazret (k.s)  Allah Sevgisi ve Korkusu Hakkındaki Sohbetine Devam Etti:

İslam'ın insanlara öğrettiği ilahi esaslardan biri de, Allah'ı sev­mek ve O'ndan korkmaktır. Mümin; Nimeti, lûtfu ve keremi sonsuz olan Rabbine karşı bü­yük bir sevgi ve hürmetle bağlanacak, Allah'ın rahmet ve merhame­tinin her şey'i kuşattığını düşünecek, ne kadar günahkâr olursa ol­sun, O'nun affından ümidini kesmeyecektir. Yüce Allah'ın rahmet, sevgi ve şefkat i sonsuz ise de, bunun yanında kahır ve azabının şid­detli olduğunu da unutmayarak O'ndan korkacak, gazabından emin olmayacaktır.

Korkunun aşırısından ümitsizlik doğar. Pek fazla ümitlenmek ise, insanı gaflete düşürür ve akıbeti umursamamaya gö­türür. Bu bakımdan Allah'ın azabından emin olmak da, rahmetin­den ümit kesmek de dinimizde yasaklanmıştır. .

Şu halde müminin kalbi, Rabbinin huzurunda, korku ile ümit arasında Allah'a layık bir kul olma heyecanıyla çarpmalıdır.

Allah’u Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de mü'minlerin bu vasfına şu şekilde dikkat çe­kilmektedir:

“ Müminler, Allah'ın rahmetini umarlar ve azabından da kor­karlar” (İsrâ, 57).

"Allah’a korku ve ümit içinde dua ediniz”. Buyrulmaktadır. (A'raf, 56)

İmanın kemaline delalet eden bu hale korku ile ümit arasında olma hali adı verilir.

Gerçekten de Allah'a olan imanın kemali, sadece Allah'ı sev­mek veya sadece O'dan korkmakla gerçekleşemez. İkisinin bir arada bulunması gerekir. İnsan, sevginin vereceği nazlanma ve şıma­rıklıktan ve rahmetine güven duygusunun sevk edeceği taşkınlık ve itaatsizlikten, ancak Allah (c.c) korkusu ile kurtulabilir.

Sadece korkunun vereceği ümitsizlik halinden insanı kurtaracak da, Allah sevgisi, Rahmetinin genişliğine ve affının son­suzluğuna olan inançtır. Bu sebeple hayrın başı Allah sevgisi; hik­metin başı da Allah korkusudur. Denilmiştir.

Aslında, Allah'a olan sevgi kadar, Allah’tan korkmak da son de­rece tatlı ve zevkli bir haldir. Sadatlarımız, Allah korkusundan lezzet ve zevk alır. Evet, Allah korkusunda lezzet vardır. Bu lezzet dünya ve içindekilerin hiçbirine benzemez. Buyrulmuşdur.

Onun içindir ki kâmil insanlar, acz de ve Allah korkusunda öyle bir lezzet bulmuşlar ki kendi korkularının kuvvetinden şiddetle titreyip, Allah'a acz ile sığınmışlar, aczi ve korkuyu kendilerine şefaatçi yapmışlardır.

Acz: Beceriksizlik. İktidarsızlık. Kuvvetsizlik. Güçsüzlük. Yapamamak.  Zarardan korunma gücünün olmaması.

Allah'ı (c.c) sevmek ve O'ndan korkmak hususunda. Peygamber Efendimiz (sav) de şöyle buyurmuşlardır:

.        «Mümin kimse, Allah'ın azap ve eziyetinin miktarını bilseydi, hiçbir kimse Cenneti ümit etmezdi. Kâfir de Allah'ın rah­metinin ne kadar çok olduğunu bilseydi hiç kimse O'nun rahmetinden ümit kesmezdi.» H.Ş.

. «Cennet size ayakkabınızın bağından daha yakındır, Cehen­nem de böyledir.» H.Ş.

« Sağılan süt memeye girmediği gibi Allah korkusundan ağ­layan kimse de Cehenneme girmez. Allah yolunda çarpışır­ken meydana gelen tozla Cehennemin dumanı birleşmez.» H.Ş.

.       Allah katında iki damla ve iki izden daha sevimli bir şey yoktur.

İki damla: Allah korkusundan dolayı gözden akan yaş,  Allah yolunda dökülen kan damlalarıdır.

İki, iz'e gelince: Allah yolunda alınan yara izleri ile Allah’ın farzlarından birini yerine getirirken oluşan yaralardır.

Bu hususta Peygamber Efendimiz, (sav) şöyle buyurmuşlardır:

(Herhangi biriniz ölürken Allah'a Hüsn-i zan etmeksizin (af ve mağfiret edeceğini ummaksızın) ölmesin. (H.Ş) (Yarı ümit yarı korku içinde bulunmak.)

Hazret (ks) Allah’ın Sıfatları hakkında geniş açıklamada bulundu:

Her Müslüman’ın, Allah'ın bütün Kemal sıfatlarına sahip, nok­san sıfatların hepsinden de uzak olduğuna inanması farzdır.

Allah’u Teâlâ hakkında kabul edilmesi vacip olan kemal sıfatları iki kısma ayrılır:

1. Tenzihi ve Selbi sıfatlar,

2. Zati ve Sübuti sıfatlar.

Tenzihi ve selbi sıfatlar şunlardır: Vücut, Kıdem, Beka, MuhaIefetün lil-havadis. Kıyam bi-nefsihi, Vahdaniyet.

Zati ve Sübuti sıfatlar ise şunlardır: Hayat, İlim, İrade, Kudret, Tekvin, Sem', Basar, Kelam.

Şimdi bunları sırası ile inceleyelim:

1 – Tenzihi ve selbi sıfatlar

Vücut: Bu sıfat, Allah’u Teâlâ'nın var olduğunu ifade eder. Allah’u Teâlâ’nın varlığı başka bir varlığa bağlı olmayıp, zatının icabıdır. Yani vücudu, zatıyla kaimdir ve zatının vacip bir sıfatıdır. Bu sebeple Allah’u Teâlâ'ya Vacibü'l-Vücüd denilmiştir. Bazı Kelam âlimleri, Vücut sıfatına, sıfat-ı nefsiyle adını vermişlerdir.

Vücüd'un zıddı olan âdem (yok olma) Allah’u Teâlâ hakkında imkânsızdır.

Allah'ın yok olduğunu iddia etmek, kâinatı ve içindeki varlık­ları inkâr etmeyi gerektirir. Çünkü her şey'i yaratan ve var eden Allah’u Teâlâ’dır (c.c).

Kıdem: Kıdem, Allah’u Teâlâ'nın varlığının başlangıcı olmaması demek­tir. Allah’u Teâlâ kadimdir, ezelidir. Yani önce yok iken sonradan var olmuş değildir. Geçmişe doğru ne kadar gidilirse gidilsin, Cenab-ı Hakk'ın var olmadığı bir an, bir zaman, tasavvur edilemez. Aslında zaman ve mekânı yaratan da Allah’tır (c.c). Allah’u Teâlâ zaman ve mekân kayıtlarından münezzeh, ezeli ve kadim bir Zat-ı Zülcelâl’dir.

Kıdem'in, zıddı olan hudüs (sonradan olma, belli bir zamanda yaratılma) Allah’u Teâlâ hakkında imkânsızdır.

Beka: Beka, Allah’u Teâlâ'nın varlığının sonu olmaması, daima var bu­lunması demektir.

Allah’u Teâlâ’nın varlığının başlangıcı olmadığı gibi, sonu ve ni­hayeti de yoktur. O hem kadim ve ezeli, hem de baki ve ebedidir. Zaten kıdemi sabit olan bir varlığın, bekası da vacip olur. Beka’nın zıddı fena, yani, bir sonu olmaktır. Bu ise, Allah’u Teâlâ hakkında imkânsızdır.

.Muhalefetün Iil-havadis: Allah'ın, sonradan vücut bulan varlıklara benzememesi de­mektir.

Allah’u Teâlâ ne zatında, ne de sıfatlarında kendi yarattığı var­lıklara benzemez.

Biz Allah'ı nasıl düşünürsek düşünelim, O, hatır ve hayalimize gelenlerin hepsinden başkadır. Çünkü hatıra gelenlerin hepsi, sonradan yaratılmış, yok iken var edilmiş şeylerdir. Allah’u Te­âlâ ise, vücudu vacip, kadim ve baki, her şeyden müstağni, her tür­lü noksandan uzak, bütün kemal sıfatlara sahip olan İlahi ve mu­kaddes bir zattır.

Şüphe yok ki, böyle yüce bir Zat, önce yok iken sonra var olan, sonra tekrar zeval bulan varlıklara benzemez.

Nitekim Cenab-ı Hak kendi zatını Kur'an-ı Kerim'de:

« Onun (Hak Teâlâ’nın) benzeri' yoktur. O, her şey'i işitici ve görücüdür.» Sözleriy­le açıklamıştır. (Şuara 11)

Peygamber Efendimiz de (sav) bu manayı şöyle açıklamıştır:

«Her ne ki senin aklına geliyor, işte Allah’u Teâlâ onun gayrısıdır buyurmuştur. H.Ş.

Kıyam Bi-nefsihi: Allah’u Teâlâ'nın, başka bir varlığa ve hiçbir mekâna muhtaç­ olmadan zatı ile kaim olması demektir. .

Mevcudatın hepsi, sonradan vücuda gelmiştir. Bu sebeple de bir yaratıcıya ve bir mekâna muhtaçtırlar. Buna mukabil her şeyin yara­tıcısı olan Allah’u Teâlâ'nın vücudu, zatının gereğidir ve varlığı hiçbir şey'e muhtaç değildir.

Şayet Allah da var olabilmek için başka bir varlığa muhtaç ol­sa idi. O da mahlûk olur ve her şey'in Halikı ve başlangıcı olamazdı.

Hâlbuki O her şey'in Halikı ve yaratıcısıdır ondan başka her şey mahlûktur. Halik ise mahlûkuna asla muhtaç olmaz.

Vahdaniyet: Vahdaniyet. Allah'ın bir olması demektir.

Vahdaniyet. Allah’u Teâlâ'nın kemal sıfatlarının en önemlisidir. Çünkü bu sıfat Allah’u Teâlâ'nın Zatında, sıfatlarında, fiillerinde bir olduğunu; Saltanat ve icraatında ortaksız bulunduğunu ifade etmek­tedir.

Bu sıfatın zıddı olan birden fazla olmak ve bir orta­ğı bulunmak Allah hakkında imkânsızdır.

İslam dininde, hatta bütün hak dinlerde Tevhit, yani, Allah'ın birliği (tevhit) akidesi, iman esaslarının ve tüm dini inançların te­melini teşkil eder. Kalpte Tevhit akidesi bulunmadıkça, Allah in­dinde hiçbir inanç, hiçbir amel, makbul değildir. Kalben Allah’ın birliğine ve varlığına inanmak. Bu sebeple İsla­miyet, beşeriyete her şeyden önce Tevhit inancını sunmuş ve bü­tün insanlığı Allah'ı birlemeğe, şerik ve nazirden tenzihe çağırmış­tır. Hak dinler ile batıl dinlerin ayrıldığı en mühim nokta da, bu hu­sustur. Çünkü batıl dinler de Allah'ın varlığını kabul etmekte, fa­kat İlahi sıfatlarda, bilhassa Vahdaniyet sıfatında hataya düşerek. O'na nazir ve ortaklar koşmaktadırlar.

Bu bakımdan, Allah'ın varlığını kabulden sonra en mühim ha­kikat Tevhit inancı olmaktadır. Tevhit inancı olmadan Allah'a imanın bir manası ve değeri kalmamaktadır.

Allah’u Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de Tevhit inancı üzerinde duran ayet­lerden bazıları şunlardır:

«De ki Allah birdir.» (İhlâs. 1).

«Allah'tan başka bir yaratıcı var mıdır?» (Fatır, 3).

« Allah ile birlikte hiçbir ilah yoktur. (Eğer olsaydı her ilah kendi yarattığını kabullenir. (Ve korur) ve mutlaka birisi diğerine galebe ederdi. (üstün gelir)» (Müminûn, 91).

«Yer ve gökte Allah'tan başka ilahlar olsaydı, yerin de, göğün de nizamı bozulur, harap olurdu.»­ (Enbiya. 22).

2- Zati ve Sübuti sıfatlar Bu sıfatlar, selbi sıfatlar gibi Allah'ı noksanlıklardan tenzih eden itibari vasıflar olmayıp, Cenab-ı Hakk’ın zatı ile kaim olan eze­li ve hakiki sıfatlardır.

Bu sıfatlara ayrıca Sıfat-ı Meâni ve Sıfat-ı İlmi de denir. Sübuti sıfatlar, Eş'arilere göre yedi, Matüridilere göre, sekiz dir. Şimdi bunları sırası ile inceleyelim:

Hayat:Cenab-ı Hakk'ın hayat sahibi olması, hayat sıfatıyla muttasıf bulunması demektir.

Cenab-ı Hak hakkında vacip olan bu sıfat mahlûkatta görülen ve maddenin ruh ile birleşmesinden doğan geçici ve maddi bir ha­yat olmayıp ezeli ve ebedidir. Bütün hayatların kaynağı olan ha­kiki hayattır.

Hayat sıfatı, İlim, İrade, Kudret gibi kemal sıfatlarıyla yakın­dan ilgilidir. Bu sıfatların sahibi bir zatın, hayat sahibi olması za­ruridir. Çünkü ölü bir varlığın ilim, irade ve kudret gibi kemalatın sahibi olacağı düşünülemez.  '

Bunun içindir ki, hayat sıfatını, Cenab-ı Hakk'ın ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarla vasıflanmasını sağlayan ezeli bir sıfattır, diye tarif etmişlerdir.

Hayat sıfatının zıddı memat, yani ölü olmaktır. Bu ise Allah hakkında imkânsızdır.

İlim:Allah’u Teâlâ’nın her şey'i bilmesi, ilminin her şeyi kuşatması de­mektir.

Bu âlemi en güzel şekilde, en mükemmel bir nizam üzere yara­tan ve onu idare eden Cenab-ı Allah’ın yarattığı varlığı en ince teferruatına kadar bilmesi gerekir. Zira hakikati, faydası, lüzum ve hik­meti bilinmeyen bir şey, nasıl yaratılabilir? O halde yaratıcının bir şeyi yaratabilmesi için, evvelâ ilim sahibi olması, sonra o ilmin icaplarına göre yaratması şarttır. Bundan başka, iman ve Salih amel sahiplerini mükâfatlandırmak, isyan ve kötü yolda olanları da cezalandırmak, ancak bu kimselerin yaptıklarını bütün teferruatı ile bilmekle mümkündür.

İlmin zıddı cehil, gaflet ve unutkanlıktır. Bütün bunlar Allah’u Teâlâ hakkında imkânsızdır.

İrade:Allah'ın bir şey'in şöyle olup da böyle olmamasını dilemesi; Her şey’i dilediği gibi tayin ve tespit etmesi demektir.

Allah’u Teâlâ kâmil bir irade sahibidir. Bu kâinatı ezeli olan ira­desine uygun olarak yaratmıştır.

Bu kâinatta olmuş ve olacak her şey Allah’ın dilemesi ve irade etmesiyle olmuş veya olacaktır. O'nun' her dilediği mutlaka olur, di­lemediği de asla vücut bulmaz.

Bu hususta Cenabı Allah Kur'an-ı Kerim’de:

«Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmederse (yani onu dilerse) ona ancak 'ol' der, o da oluverir.» Buyrulur. (Al-i İmran, 47)

Peygamber Efendimiz de (sav) bu manayı şöyle açıklamıştır:

«Allah'ın dilediği oldu, dilemediği de olmadı. » Denilmiştir.

İrade sıfatından başka Meşiet adında müstakil bir sıfat yoktur. Çünkü irade ve Meşiet aynı manaya gelir. Nitekim Meşiet Kuran’da ve hadislerde irade manasına kullanılmıştır.

Kudret:Kudret, Hak Teâlâ'nın varlıklar üzerinde irade ve ilmine uygun olarak tesir ve tasarruf etmesi, her şey'i yapmağa ve yaratmaya gücü yetmesi demektir.

Allah’u Teâlâ'nın sonsuz bir kudret sahibi olduğuna ve her şey'e kadir bulunduğuna, görmekte olduğumuz şu kâinat ve ihtiva etti­ği güzellik ve şaşmaz nizam en büyük delildir.

Tekvin:Tekvin;' İcat ve yaratma demektir. Tekvin, yok olan bir şey'i yokluktan çıkarmak, vücuda getirmek diye izah etmişlerdir.Tekvin, Ehl-i Sünnet'in iki hak İtikâdi mezhebinden biri olan Ma,türidilere göre, ilim irade ve kudret sıfatından ayrı bir sıfattır.

Yine Matüridilere göre, Hak Teâlâ'nın yaratmak rızık ve ni­met vermek, azap etmek, diriltmek öldürmek gibi bütün fiilleri, tek­vin sıfatına dâhildir. Onun eseri ve tecellisi sayılır. Bunlara fiili sıfatlar da denilir.

Kudret ve tekvin, birer kemal sıfatı olup zıtları olan Aczi yet Allah hakkında imkânsızdır.

Eş'arilere göre ise: Allah'ın tekvin sıfatı diye ayrı müstakil bir sıfatı yoktur. Tekvin, kudret sıfatının yaratılması tak­dir edilmiş şeylere yaratma anında yaratmasından ibarettir. Yani tekvin, kudret sıfatı içinde itibari bir vasıf olmaktadır.

Allah’u Teâlâ’ya Mükevvin isminin verilmesi, O'na, kudret sıfa­tından ayrı, Tekvin adında bir sıfatın isnat edilmesini gerektirmez. İcat etmek, yaratmak, bilfiil vücuda getirmek, Hak Teâlâ'nın kud­ret sıfatıyla olur.

Matüridiler Tekvin sıfatını Kudret sıfatından ayrı bir sıfat kabul ettiklerinden, zati ve Sübuti sıfatları sekiz olarak sayarlar. Eş'arile­re göre ise bu sıfatlar yedi dir.

Sem' ve Basar:

Allah'ın her şey'i işitip, her işi görmesi demektir. Sem' ve Basar sıfatları da Allah'ın ezeli ve ebedi kemal sıfatla­rındandır.

Allah'ın işitip görmesine, uzaklık- yakınlık, gizlilik - açıklık, karanlık - aydınlık gibi mefhumlar bir engel teşkil edemezler. O, içimizdeki fısıltıları, kalpten ve gönülden yaptığımız duala­rı işitir. Hikmetine uygun şekilde karşılık verir. Hak Teâlâ'nın Semi' ve Basar, yani, her şey'i en iyi işitici ve en iyi görücü olduğu, Kur'an-ı Kerim'de defalarca zikredilmiştir. Sem' ve Basar sıfatları birer kemal sıfatı olduğundan, zıtları olan görememek ve sağırlık, işitememek Zat-ı Bari hakkın­da imkânsız olan noksan vasıflardandır.

Kelam: Allah’u Teâlâ'nın harf ve sese muhtaç olmadan konuşması de­mektir. ­

Allah’u Teâlâ'nın kelam, yani, söyleme, konuşma sıfatı vardır. Bu sıfat ezeli ve ebedidir. Bu sebeple Allah'a Mütekellim denilir. Kur'­an-ı Kerim'e de Kelâmullah tabir edilir. Allah’ın peygamberlerine bildirdiği vahiyler, onlara verdiği ila­hi kitaplar, mahlûkatına gönderdiği İlhamlar, hep O'nun Kelam sı­fatının bir tecellisidir. ­

Hazret (k.s)  Şirk Hakkında Şöyle Açıklamada Bulundu:

Şirk nedir? Şirk kelimesi. Ortaklık. Demek olup. Tevhit kelimesinin zıddıdır.

Şerik ise, ortak demektir.

Kur'an-ı Kerim insanları Tevhide, yani, Allah'ın birliğini kabule davet etmiş, O'na zatında, suret ve fiillerinde başkalarını şerik (ortak) kılmaktan şiddetle menetmiştir.

Kur'an-ı Kerim, ayrıca şirkin pek büyük bir günah ve zulüm ol­duğunu, “Hak Teâlâ'nın kendisine şirk koşulmasını asla affetmeye­ceğini, bundan başka olan günahları dileyeceği kimseler için ­af edeceğini” de bildirmiştir.

Yeryüzündeki her şey kendi emrine ve hizmetine verilmiş ve ida­resine terkedilmiş olan insanın, kendi hizmetinde olan bazı varlık­ları ilah kabul ederek Allah'ı bırakıp onlara ibadet' etmesi ve onları Allah'a şerik koşması gerçekten son derece ağır bir günah, büyük bir zulümdür.

Şirkin günah ve zulüm oluşu, sadece Allah'ın hukukuna karşı bir tecavüz, iftira ve hakaret oluşu sebebiyle değildir. Şirk aynı za­manda kâinatın ve umum mahlûkatın hukuklarına karşı da büyük bir hakaret ve tecavüzdür.

Şirkin çeşitleri: Şirkin başlıca çeşitleri şunlardır:

1. Allah'ı bırakarak, O'ndan başka canlı veya cansız varlıklara tapmak ve onlara ibadet etmektir. Hayır, ilahı, şer ilahı diye iki ayrı ilaha tapan Mecusilerin şirki Bu nevidendir.

2. Allah'a inanmakla beraber, O'na başka varlıkları şerik (or­tak) koşmak, yani, Allah'tan başka bazı varlıkların da ulûhiyet sı­fatı ile muttasıf olduğuna inanmaktır.

Hıristiyanlıktaki teslis akidesi bu kısma girer.

3. Bu âlemin yaratıcısının bir olduğunu kabul etmekle birlikte. O’na yakınlığı temin için, put, heykel gibi cansız eşyaya ibadet etmektir. Putperestlik bu kısma girer.

4. Şirkin diğer bir şekli de, insanların bazı insanları Rab kabul etmeleri, yani, onlara körü körüne inanarak, Allah'ın emir ve ya­sakları yerine onların emirlerini yapmaları, yasaklarından kaçma­larıdır. Kur'an-ı Kerim'de Yahudilerin hahamlarını, Hıristiyanların da rahiplerini Allah'tan başka birer rab edindikleri beyan edilmek­tedir.

5. Şirkin en yaygın görülen bir şekli de, insanın kendi heves ve süfli arzularına esir olup, körü körüne uyması, heva ve hevesini kendi­ne bir nevi ilah edinmesidir.

Cenabı Allah (c.c) Kuran’ı Kerim’de:

«Kendi heves ve arzularını ilah ve mabut edinen kimseyi gör­dün mü?» (Furkan: 43)

Buyrulmak suretiyle bu gibiler kötülenmiştir.

6. Bir de gizli şirk vardır ki, bu da riyadır. Yani ibadeti ve iyi­likleri yalnızca Allah rızası için yapmak yerine, başkaları görsünler beğensinler diye yapmak demektir. Böyle yapılan bir ibadette, bir nevi Allah'a şirk koşulmuş olmaktadır.

Peygamber Efendimiz (sav) bunu şirk-i han olarak vasıflandırmıştır.

Mümin gizli - aşikâr, açık - kapalı her türlü şirkten dikkatle kaçınmalıdır. Hakiki tevhide ancak bu şekilde ulaşılır.  Kur'an-ı Kerim'de şirkin bütün nevileri şiddetle reddedilmiş;

Ha­kiki Tevhit La İlahe İllallah Muhammeden Rasulullah inancı bütün insanlığa telkin edilmiştir.

Hazret’in (ks) Meleklere iman hakkında sohbeti:

Melekler Nasıl Varlıklardır?

Melekler Allah'ın nurdan yarattığı, gözümüzle göremediğimiz ruhanî varlıklardır. Melekler, sırf hayır işlemek ve Allah'a ibadette bulunmak için yaratılmışlardır. Kötülük yapmaya kabiliyetleri yoktur.  Çünkü Allah (c.c) onlara, şehvet ve gazap gibi kötülüğe itici duygular vermemiştir. Meleklerin bizim gibi yemeleri içmeleri, yatıp uyumaları, evlenip çoğalmaları da yoktur. Onlar için erkeklik - dişilik söz konusu değildir. Gökte, yerde, her tarafta bulunurlar; Kısa zamanda en uzak mesafeleri aşıp gitmeye, diledikleri şekil ve surette görünmeye. Allah’ın (c.c) izniyle güçleri yeter. Allah, onlara bu kuvveti vermiştir. Melekler, gece gündüz Allah'a ibadetle, zikir ile meşgul olurlar. Bu, onların gıdası hükmündedir. Allah'a asla isyan etmez, onun emirlerinden zerre kadar dışarı çıkmazlar. Masum ve itaatlidirler. Meleklerde akıl var şehvet yok, hayvanlarda şehvet var akıl yok ancak insanlarda akıl ve şehvet vardır. Yaradılışları icabı böyledir.

Melekleri Neden Göremiyoruz?

Melekler nurdan yaratılmış lâtif cevherler, ruhanî varlıklar oldukları için, aslî hüviyetleri ve gerçek mahiyetleri ile insan gözüne gözükmezler. Görme kabiliyetimiz, melekleri görebilecek şekilde yaratılmamıştır. Ancak Cenabı Hak Peygamberlerine, melekleri görme kabiliyetini verdiğinden, onlar melekleri hakikî şekilleri ile görebilmişlerdir.
Melekleri hakikî mahiyetleri ile göremememiz ve beş duyumuzla hissedemeyişimiz, onların yok oldukları iddiasını gerektirmez. Duyu organlarımızın maddî âlemde kendi dahi hissedemedikleri pek çok şey vardır. Kulağımız çok tiz ve çok kısık sesleri işitmez. Bugün varlığı âletlerle tespit edilen ışık dalgalarının hepsini, hele röntgen ve vs. ışınlarını gözle görebilseydik, dünyayı şimdikinden çok başka şekilde tanıyacaktık. Biz daha kendi âlemimizdeki olayların hakikatini anlayamazken, Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı sonsuz ve sınırsız âlemlerdeki hâdiselerin varlığını nasıl inkâr edebiliriz?
Demek ki bir şey'i gözle görememek, o şey'in yok olduğuna delil olmaz. Gözle göremediğimiz pek çok şey var ki, o şey'in vücudunu aklımızla, ilim ve tecrübe ile deneylerle kabul ediyoruz. İşte, melekler de gözle göremediğimiz halde, varlığını kabul ettiğimiz nesnelerdendir.

Meleklerin Var Olduğuna Neye Dayanarak İnanıyoruz?

Meleklerin varlığını, başta İslâm ve bütün semavî dinler haber vermiş, Peygamberler onları hakikî hüviyetleriyle görüp kendilerinden vahiy almışlardır. Kur'an ve diğer mukaddes kitaplar da meleklerin varlığından bahsedilmiştir. Bütün bunlar, meleklerin varlığına, gözle görmek gibi kesin bir delil teşkil ederler. Bütün Hak dinlerin ve Peygamberlerin varlığında ittifak ettiği; Peygamberimizin ve Kuran’ın varlığını haber verdiği meleklere "gözümle göremiyorum" diye inanmamak, büyük bir cehalet ve inkârdır. Allah'a inanan bir kimse için, Meleklere inanmamak söz konusu olamaz. Meleklere İmanın, İman Esasları İçindeki Yeri Nedir?

Meleklere iman, iman esasları içinde mühim bir yer işgal eder. Çünkü melekler, Allah'tan aldıkları İlâhî Vahi’yi peygamberlere ulaştıran birer elçi durumundadırlar. Bu bakımdan Vahi’ye ve peygamberlere inanmak, önce onlara Vahyi ve peygamberliği getiren Meleklerin varlığına inanmayı gerektirmektedir. Meleklere inanmamak, peygamberlere de inanmamayı netice verecektir.

Meleklere imanın Allah'a imandan hemen sonra zikredilmesinin sebebi de budur.

Melekler Kaç Gruba Ayrılır, Vazifeleri Nelerdir? Melekler başlıca 3 gruba ayrılır:

İlliyyûn - Mukarrebûn melekleri,

2. Müdebbirât melekleri,

3. İnsanla alâkalı melekler.

1- İlliyyûn - Mukarrebûn Melekleri:

Bunlar her an Cenâb-ı Hakk'ı zikirle, O'nu noksan sıfatlardan tenzihle ve her türlü kemal vasıflarıyla takdisle meşguldürler. Allah'ın marifeti ve muhabbeti içinde kendilerinden geçmiş haldedirler.

(Mukarrebun: Büyük meleklerden bir zümre,)

(Takdis: Cenab-ı Hakkın kusursuz, her hususta noksansız olduğunu bildirmek, söylemek. Ve Allah’a şükretmektir.)

2-  Müdebbirât Melekleri:Bunlar Allah’ın (c.c) izniyle kâinatı idare eden, düzenini, nizam ve intizamını temin eden. İlâhî Kanunları tatbik ile vazifeli meleklerdir. Âlemde, Allah'ın irade ve kudretinin tecellilerine nezaretçi ve seyirci durumundadırlar.

3-  İnsanla İlgili Melekler:Bu meleklerin başında Cebrail (a.s) gelir. Vazifesi, İlâhî Vahyi peygamberlere ulaştırmaktır. Bu sebeple, ona Vahiy meleği de denir.

Asr-ı Saadette cereyan eden Bedir, Uhud ve Huneyn İnsanla alâkalı meleklerin diğer bir görevi de, Allah'ın Peygamberlerine ve Salih kullarına kuvvet vermek, sıkıntılı ve üzüntülü zamanlarında onları teselli etmek, maneviyatlarını yükseltmek, gerekirse fiilen yardım yapmaktır. Harplerinde meleklerin müminlere fiilen yardım ettiklerini Kur'an-ı Kerim bize haber vermektedir. İnsanla alâkalı meleklerin bir başka görevi de, insanlara iyi ve hayırlı şeyleri telkin etmek, böylece onların doğru yola girmelerini, ruhen, manevi yönden yükselmelerini sağlamaktır.

Bu kısma giren meleklerden bazılarının özel vazifeleri vardır:

Hafaza Melekleri:

Her insanda Hafaza adlı iki melek vardır. Bunlar insanların iyi veya kötü her türlü hareketlerini, söz ve davranışlarını yazarlar. Kur'an-ı Kerim’de bu meleklere Kirâmen Kâtibin ismi verilir.

Münker - Nekir Melekleri:

Öldükten sonra insanı kabirde sorguya çeken, "Rabbin kim, dinîn ne, peygamberin kim?" Gibi sualleri soran meleklerdir.

Azrail (a.s):İnsanların ruhlarını kabzetmek, bedenlerden çekip almak ile vazifelidir. Melekü'l-Mevt, yani, ölüm meleği adı da verilir.

Mikail (a.s):Rızıkları sahiplerine ulaştırmak ve yağmur, rüzgâr gibi tabiat hâdiselerini Allah'ın iradesine, isteğine göre düzenlemekle meşgul melektir.

İsrafil (a.s):Sur adı verilen boruyu öttürüp kıyametin kopuş zamanını ilân ile vazifeli melektir. İsrafil (a.s) kıyametin kopup kâinatın yıkılmasından ve bütün canlıların ölümünden sonra. Sur’a ikinci bir defa daha üfleyecek, bu üfleyişle insanlar dirilerek kabirlerinden kalkacak. Mahşer meydanında toplanacaklardır.

En Büyük Melekler Hangileridir?

En büyük melekler 4 tanedir. Bunlar da Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail Aleyhimüsselâm'dır. Bunların vazifelerinin ne olduğunu yukarıda zikrettik.

Meleklere İmanın İnsan Hayatına Verdiği Faydalar Nelerdir?

Meleklere imanın insanın yapısı üzerinde olumlu tesirleri vardır. Bunlardan birkaçını şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Her insan, kıymetli bir sözünün veya işinin veya bir kabiliyetinin unutulup gitmesini önlemek, takdir edilmesini sağlamak için, şiir yazarak, kitap hazırlayarak yahut başka sanat dallarına kendini vererek o söz, fiil ve kabiliyetini ebedîleştirmeye çalışır. Bu duygu, insanda fıtrî olarak vardır.

Bu fıtratta bulunan bir insanın, yaptığı bütün iş ve fiillerini, bütün söz ve tatbikatlarını "Kirâmen Kâtibin" adlı meleklerin yazdığını, ebedî âlemde kendine ve başkalarına göstermek üzere kaydettiğini imanla bilmesi; Ona ne derece sevinç ve huzur vereceği, ruhunu genişletip kalbini ferahlatacağı açık bir hakikattir.

2. İnsanın en kıymetli varlığı ruhudur. Ölüm esnasında bu kıymetli varlığın mahvolup yok olması, hiçliğe gitmesi, hiç şüphesiz insan için azapların en büyüğü, acıların en dehşetlisidir.

İşte insan, bu büyük acıdan ve dehşetli endişeden meleklere iman şuuru ile kurtulabilir. Çünkü iman, ona, vefatı esnasında en kıymetli varlığı olan ruhunun Azrail (a.s) gibi vazifeli bir memurun eline emanet edildiğini, asla kaybolup yok olmadığını bildirir.

3. Herkesin istisnasız gireceği kabir ve mezardaki yalnızlık, karanlık, darlık, soğukluk, hapislik vahşetinden ve ümitsizliğinden insanı Münker - Nekir meleklerinin arkadaşlığı kurtarır. Onlarla sohbet eder. Kalp ve kabir, bu sayede genişler, ısınır, nurlanır, ruhlar.  Âlemine pencereler açılır.

4. İnsan, zaman, zaman gurbetlere düşer, sevdiklerinden, tanıdıklarından ayrı, kimsesiz, yapayalnız kalır. Bu gurbet, maddî olabileceği gibi manevî de olabilir. Kişinin inanç ve fikirlerini kendinden başka paylaşacağı hiç kimse bulamaması, herkesin kendisine zıt ve düşman olduğu bir muhitbir muhitte yaşaması manevî bir gurbet hâlidir. Bu sıkıntı ve yalnızlıklar içinde dünya o kişinin başına yıkılacak gibi olur. Bu durumda da yine meleklere iman şuuru imdada yetişir. Kâinatı ve o şahsın karanlık dünyasını aydınlatır, şenlendirir, melekler ve ruhlar âlemini sevinçlerle güldürür. Onu yalnızlık ve vahşetten, kimsesizlik ve dehşetten, cemiyette kimse tarafından dinlenilmemek ıstırabından kurtarır. "Cemiyette kimse senin olumlu fikir ve inançlarını dinlemez ve kabul etmezse sen sakın üzülme! Melekler dinler, ruhanîler kulak verir. Sana yine sevap meyvelerini kazandırır" der, teselli eder.





dosyayi aamadim