Hazret (ks) bu sohbetinde Baykuş Menkıbe’sini anlattı:
Baykuş gündüzleri devamlı uyuyan, geceleri devamlı zikirle meşgul alan bir kuştur. Bu kuşun yiyeceğini Cenabı Allah (c.c.) geceleri gönderir. Bu kuş canlı hayvanlarla beslenirmiş. Süleyman (a.s.) mın bir Baykuşu vardı. Allah (c.c) ona rızkını gönderirdi bu hali gören bir kişi bu kuşa Allah nasıl rızk gönderiyor, ben bu kuşu kapatayım da ne olacak göreyim diyor. Kuşu yakalayıp bir kutuya koyuyor,hiçbir şey yeme imkânı olmaması için bu kutuyu da bir sandığın içine koyuyor. Bırakıp gidiyor. Ben engel olursam kimse bunun rızkını veremez gibi boş bir iddiayı ispat edeceğini zannediyor. Bir ticaret için birkaç aylık seyahate çıkıyor, seyahat dönüşünde kuşu kapattık gittik herhalde bu kuş ölmüştür diye kutuyu açıyor. Baksa ki kuş ölmemiş sapasağlam hatta daha da güçlenmiş, Kutunun içerisinde tüyler görüyor. Yani ona rızık gelmiş, hayatını devam ettirmiş. Cenabı Allah (c.c) kulu için ne rızk takdir etmişse o rızık ona ulaşır, ona hiçbir şey engel olamaz. Her ne şekilde engel olmak isteseler de o rızk mutlaka yerine ulaşacaktır. Dedi ve.
Hazret (ks) bu konuyla ilgili olarak sohbetine şöyle devam etti:
rızkı Allah’u Teâlâ (c.c) ona az vermekle hem O kulun sabrını ve şükrünü imtihan eder, hem de zenginlerin ona yardım edip etmeyeceği hususunda zenginleri imtihan eder. Yani Allah’u Teâlâ rızkı az verdiği kimseyi sabrı ve şükrü ile çok verdiği kimseyi de fakire fukaraya yardım edip etmeyeceği konusunda imtihan ediyor. Bu hadiseye bağlı olarak; Cenabı Allah dileseydi rızkı çok verirdi. Kuşa verdiği gibi rızk için çalışmak, çaba sarf etmek, gayret göstermek, sıkıntılar çekmek gereklidir. Ama insana ne kadar çok çalışırsa çalışsın ne kadar gayret gösterirse göstersin ancak Allah’u Teâlâ’nın takdir ettiği kadar rızık verilecektir. Allah’ın (c.c) takdirine boyun eğmek şarttır. Çalışmak tedbirdir.
Bugün her şey haram olmuş, yani haram karışıyor. Biz kazancımıza. Dikkat edersek. Helalinden kazanırsak. Eğer haram karışırsa insanların çabuk düzelmesi çok zor bir hale gelir. Eğer kazancımıza, yediğimize, içtiğimize dikkat edersek, o zaman biraz fayda görürüz ve günah işlememeye gayret etmemiz lâzımdır. Ama dikkat etmezsek, Allah’tan korkmazsak, o zaman düzelmemiz çok zor olur., Allah’ın (c.c) verdiği nimetlere, dünya malına kanaat etmek gerekir. Biz Allah’tan hâlâ dünya malı serveti istiyoruz. Allah’ın verdiğine kanaat etmiyoruz. Bizim dünyayı istememiz, kalbimizdeki imanın zayıflığındandır. İhtiyaçlarımız fazlalaşmış. Biz eskiden kilimde otururduk, şimdi halı var. Eskiden koltuk yoktu, şimdi var. Dünyaya yöneldik. Bu fani dünyayı ahiretten çok sever olduk.
Eski zamanki Müslümanlar, yarını yarından sonrasını düşünmezlerdi. Rızık endişesi yoktu. Çünkü Allah’u Teâlâ (c.c) rızka kefildir. Dünyada biz emanetçiyiz, Allah’u Teâlâ bizlere şükrünü eda edebileceğimiz servet, şükrünü eda edebileceğimiz evlat versin. Âmin.
Peygamberler dünya malını istemediklerinden Allah’tan (c.c) ekmek bile istemezlerdi, karınlarına taş bağlarlardı.
Hazret (ks) bu konu hakkında anlamlı bir kısa Menkıbe nakletti:
Evliyadan biri, imamın arkasında namaz kılmış. Cemaat dağıldıktan sonra, imam evliyaya sormuş: “ Sen bir yerde çalışmazsın, ne yersin ne içersin, yiyeceğini nerden temin edersin?” Evliya da kalkmış imamla kıldığı namazı iade etmeye karar vermiş.“ Benim namazım fasit oldu demiş. Çünkü sen Allah’tan gafilsin, Allah’u Teâlâ (c.c) rızka kefildir. Rızkı Allah’u Teâlâ (c.c) verir.” Demiş.
Hazret (ks) bu konuda Derviş ile Tilki Menkıbesini nakletti:
Dervişin biri ormanda gezerken topal, hasta bir tilki gördü, hayrete düştü. 'Nasıl yaşar bu hayvan, ne yer ne içer?' Diyerek, Allah'ın Lûtfu’na hayran oldu.
Derken bir aslan çıkageldi, ağzında bir çakal leşi taşıyordu. Bu güçlü hayvan avının bir kısmını yedi, karnı doyunca kalanını bırakıp gitti. Tilki artığa doğru sürünerek yaklaştı ve afiyetle yiyip karnını doyurdu.
Tilkinin yiyeceğinin ayağına geldiğini gören Derviş, kendi kendine: 'Bir tilkinin rızkını ayağına gönderen Allah, benimkini neden göndermesin? Diyerek, çalışmasına gerek olmadığını, bir köşeye çekilip oturabileceğini düşündü.
Düşündüğü gibi de yaptı: Mağaranın birine çekilerek ebedi itikâfa niyet etti. 'Rızkım Allah'ın görünmeyen hazinesinden gelir, gayret etmem gerekmiyor. Diyerek beklemeye başladı.
Bekledi, bekledi... Ne gelen ne giden... Günler geçip gitti. Derviş zayıfladı, eridi, bir deri bir kemik kaldı. Güçsüz ve bitkin bir haldeyken, bulunduğu mağaradan bir ses geldi:
Ey tembel adam! Diyordu ses, kendini topal bir tilkiye benzeterek neden miskin, miskin oturuyorsun? Kalk! Yırtıcı aslan ol. Başkasının artığına göz dikmeyi bırak. Sana yakışan başkasının artıklarını yemek değil, başkalarına artık bırakmaktır.
Gücüyle aslan gibi olan, başkasından yiyecek bekler mi? Haydi kalk! Kolları sıva. Çalış ve rızkını kazan. Hem kendin ye, hem muhtaçlara yedir.
Hazret (ks) bu konuyu İkramın önemi hakkında tavsiyelerle tamamladı:
Allah'ın kullarına iyilikte bulunan, iki cihanda da iyilik görür. Yaşlıya yoksula yardım elini uzat!
İKRAM: Hürmet ve saygı gösterme veya yiyecek, içecek, hediye yahut başka bir şey sunma manasına gelir.
İkram sünnettir ve çok önemlidir. Allah’u Teâlâ en cömerttir, Cömertleri sever.
Peygamber Efendimiz (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Kim mü'min kardeşine ikram ederse, Allah’u Teâlâ da ona ikram eder.” (H.ş)
“Kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa, komşusuna eza (eziyet) etmesin; Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa, misafirine ikram etsin; Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa, ya hayır (faydası bulunan şeyi) söylesin yahut sussun.”(H.ş)
Sadatlarımız bu konuda şöyle buyurmuşlardır: Misafire ikram sevaptır. Misafire ikram etmek için kesilen hayvan, yalnız Allah için kesilir Bir kimse gelince, kesilen hayvanın etinden, ona da ikram edilince, hayvanı Allah rızası için kesmiş, faydası misafire olmuş olur.
Tanıdığın bir Müslüman sana gelince, elinden geldiği kadar iyi ve tatlı karşıla, yemek ikram edersen iyi olur. Kapıya çık kendisini karşıla. Selâm verince selâmını al.Sohbetten sonra giderken, onu uğurla ve dua et. Kim saçı sakalı ağarmış Müslüman bir kimseye ikram ederse, Allah (c.c) da ona ihtiyarladığında hürmet ve ikramda bulunacak kimseleri vazifelendirir, ona da ikram ederler.
ALLAH NASIL MİSAFİR EDİLİR?
Musa Aleyhisselâmın ümmeti:
— Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram etmeye hazırız, dediklerinde Musa Aleyhisselâm, onları azarladı. «Nasıl olur, Allah (hâşâ) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir.» Diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tembihledi. Fakat Musa Kelîmullah Turu Sina'ya çıkıp, bazı münacatta bulunmak istediğinde. Allah (c.c) tarafından şöyle nida olundu:
— «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?»
Musa Aleyhisselâm: «Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten hayâ ederim. Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir.» Dedi.
Allah (c.c.): «Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim.» Buyurdu.
Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akşamüstü uzak yollardan geldiği belli; Yorgun argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip: «Ya Musa! Uzak yollardan geldim, acım, bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım.» Dedi.
Hz. Musa Aleyhisselâm:
— Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah (c.c.) gelecek, dedi.
Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu, beklenen misafir hâlâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler, hâlâ gelen giden yoktu. Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa Aleyhisselâm hayretler içinde çok üzüldü.
İkinci gün Hz. Musa Aleyhisselâm Tur'a gidip:
— Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın. Ya Allah sözünde durmadı.» Diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu:
— Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.»
Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah:
— Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah değildi.
Bu nasıl olur? Dediğinde. Cenabı Allah (c.c):
— «İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz.» Buyurdu.
Demek ki, Allah için yapılan her şey, bizzat Allah'ın kendisine yapılmış gibi olmakta. Allah o kimseden razı olmaktadır.
MİSAFİR GELMEYİNCE ÜÇ AY BİR ŞEY YEMEDİ (Menkıbe)
Hz. İbrahim Halilullah misafiri çok severdi. Hatta bir defasında misafirsiz yemek yemeyeceğim diye nezretmişti. Evinde her zaman misafir bulundurur, misafir gelmezse kendisi arar bulur. Yine misafirle yemek yerdi. Hikmeti ilâhî bir defa öyle oldu ki, tam bir ay misafir gelmedi.
Hz. İbrahim (as) de misafirsiz yemek yemeyeceğine dair nezrettikleri için, bir ay yemek yemedi.Bir ay sonra da misafir gelmeyince, kendisi aramaya çıktı. «Acaba benim gibi misafire itibar eden bir kimse daha var mıdır?» Diye düşünerek gidiyordu. Bir misafir bulmak için hayli yol kat ettikten sonra bir de baktı ki, oralarda bir adam daha gezmekte.
Ona:
— Ne arıyorsun buralarda? Diye sordu. O zat:
— Misafirsiz yemek yemeyeceğim diye nezrettim, üç aydan beri bir misafir gelmedi, misafir aramaya çıktım. Şimdi Allah seni gönderdi. Buyurun eve gidip yemek yiyelim, diyerek. Halilürrahman'ı evine davet etti.
Hazreti İbrahim (as) hayrete düşmüştü. Kendisi bir aydır açtı ama o zat, üç aydan bu yana bir şey yememişti. Eve gittiler, Allah ne verdi ise yediler, sohbet ettiler, ibadet ettiler, ayrılma zamanı geldiğinde o zat-ı şerif bir odanın kapısını açarak:
«Bu içerdeki kıymetli şeylerden ne beğenirsen al!» Dediğinde, Hazreti İbrahim (as):
— Bana dua eyle, dedi.
Fakat o, çok zamandan beri dua etmediğini ve Allah'a dua etmeye de artık dilinin varmadığını söyleyerek, kendisini mazur görmesini diledi.
Hazreti İbrahim (as):
— Niçin duayı terk ettiniz? Diye sordu. O zat:
— Senelerdir Allah'tan bir isteğim var, Allah o isteğimi yerine getirmedi. Ben de demek ki benim duam kabule şayan değil ki, Cenab-ı-Allah kabul etmiyor diye bir daha dua edemiyorum, dedi.
Hz. İbrahim (as) isteğinin ne olduğunu sorduğunda o mübarek zat:
— Allah'ın Resulü Halilürrahman, dünyada benim zamanımda yaşıyormuş. Fakat bu zamana kadar onu görmek nasip olmadı. Allah’tan, O'nu bana göstermesini istedim, O da kabul edilmedi, dediğinde Hazreti İbrahim (as):
— Ey Allah'ın âşık, sadık kulu: Müjdeler olsun sana, Allah senin duanı kabul etti. İşte ben, Halilullah İbrahim nebiyim. Cenab-ı Allah, bu güzel ahlâkından dolayı, beni senin evine misafir etti. Ben de bir aydan beri misafirsiz yemek yemeyeceğim diye aç gezdim ve bir misafir aramak kastıyla yola çıkmıştım. Demek senin duan kabul olunduğu için Allah beni ta buralara kadar getirip seninle görüştürdü, buyurdu.
Cenab-ı Allah misafire olan hürmetinden dolayı, onun evine Peygamberini göndererek memnun etmişti.
EVLİYAYA İKRAM ETMEYENİN HALİ (Menkıbe)
Şeyh Ebu Abdullah-ı Dineverî (ks) Hazretleri ömrünün son yıllarında seyahate çıkmıştı. Seyahat esnasında Vadiü'l - Kur'a denen yere vardı. Orada bir mescide yerleşti. Yorgunluk ve ihtiyarlık sebebiyle daha fazla yürümeğe mecali kalmamıştı. Orada ona hiçbir yiyecek vermedikleri gibi evlerine de misafir etmediler. O mübarek bir gece yatsı namazından sonra yine aç susuz mescidde kalakaldı. Cenab-ı Allah ömrünü tamamlamıştı. O gece mescide vefat etti. Sabahleyin gelen cemaat ona kefen hazırlayıp, cenaze namazını kılarak defnettiler. Fakat bir Allah dostunu gücendirmişlerdi. Onlardan tabii ki Allah da razı olmayacaktı. Ertesi gün, mescide geldiklerinde o garip yolcuyu sarıp defnettikleri kefeni mihrapta buldular. Üzerinde bir parça kâğıda şöyle yazılmıştı:
— Benim dostlarımdan birisi size geldi. Siz onu misafirliğe kabul etmediğiniz gibi yemek bile vermediniz. Benim dostum sizin bu merhametsizliğiniz yüzünden açlıktan mescide vefat etti. Bizim sizin kefeninize ihtiyacımız da yoktur.
Hazret (k.s) bu sohbetinde Tedbirden bahsetti:
TEDBİR: Bir şeyi elde edecek veya önleyecek yol, çare; Bir işin sonunu düşünerek hareket etmek manalarına gelir.
Peygamber Efendimiz (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur:
Tedbir gibi akıl, güzel huy gibi asalet olamaz. (H.ş)
İnsan bu âlemde; Sebeplere yapışmakla vazifelidir. Allah’u Teâlâ’nın kendisi için takdir buyurduğu şeylerin başına geleceğine ve sakınmanın, tedbirin, kaderde olacak (ezelde yazılan) şeylere mâni olamayacağına inanması da insanın vazifesidir.
Kul tedbir alır, takdiri bilmez; kişinin tedbiri ile Allah’u Teâlâ’nın takdiri değişmez. Tedbir almak şarttır, tedbir bizden takdir Cenab-ı Hak’tandır. Ne Takdir oldu ise takdire boyun eğmek lâzımdır.
Takdir-i İlâhî:
Allah’u Teâlâ’nın, olacak hâdiseleri ezelde ilmi ezelîsi ile bilip tayin etmesi.
TAKDİR: Allah’u Teâlâ’nın, olacak hâdiseleri ezelde. “Başlangıcı olmayan. Öncelerde. “İlmi. Ezelîsi. “Başlangıcı olmayan ilmi” ile bilip tayin etmesi.
Allah’u Teâlâ Kur'ân-ı Kerim’de buyurdu ki:
O, gece karanlığından sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi de istirahat için, güneşi ve ayı da vakitler için bir hesap olarak yarattı. İşte bütün bunlar mutlak galip olan (her şeyi) kemaliyle bilen Allah’u Teâlâ’nın takdiridir. (Enam 96)
O Allah ki, göklerin ve yerin tasarrufu hep O'nundur. Hiçbir çocuk edinmemiştir. Mülkünde de O'nun hiçbir ortağı yoktur. Her şeyi yarattı ona bir nizam verdi. Onun mukadderatını takdir buyurdu. (Furkan 2)
Dünyada olacak her şey, dünya yaratılmadan önce ezelde Levh-i mahfuza yazılmış, takdir edilmiştir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allah'ın gönderdiği nimetlerden mağrur olmayasınız. Allah’u Teâlâ kibirli olanları ve bencilleri sevmez.(Hadîd 22)
Peygamber Efendimiz (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur:
“İbadet yapınız. Herkese ezelde takdir edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur”. (H.ş)
Allah’u Teâlâ ezelde her varlığın kaderini takdir buyurmuştur. Fakat bir kimseye kendisi için ezelde takdir edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur. Meselâ açlıktan, hastalıktan ölmesi ezelde takdir edilmiş olana gıda ve ilâç almak nasip olmaz. Zengin olması ezelde takdir edilmiş olana kazanç yolları açılır. Doğuda ölmesi takdir edilmiş olana batıya giden yollar kapanır.
İnsan tedbir alır, sebeplere yapışır, takdiri bilmez. Allah'ın takdiri, kulun tedbiri ile değişmez. (İmam-ı Rabbanî ks)
Hazret (ks) Takdir konusuna, Kaza ve Kader konusuyla açıklık getirdi:
Allah’u Teâlâ’nın meydana gelecek hâdiseleri ilmi ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdir etmesi ve bu hâdiselerin zamanı gelince. Allah’u Teâlâ tarafından yaratılması ve meydana çıkması.
Allah’u Teâlâ’nın bir şeyin varlığını ezelde bilip, takdir etmesine Kader, kaderin yani varlığı dilenilen şeyinzamanı gelince yaratılmasına Kaza denir. Kaza ve kader kelimeleri birbirinin yerine de kullanılır.
Rasulullah Efendimiz (sav) bir kutsi hadiste şöyle buyuruyor:
Kaza ve kaderime razı olmayan, beğenmeyen, gönderdiğim belâlara sabretmeyen benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın.
İmanın şartlarından biri de kaza ve kadere, hayır ve şerrin Allah’u Tealâ’dan geldiğine inanmaktır.
Cenâb-ı Hak her kulunun başından geçecek her şeyi önceden bilir.
Kaderi değiştirmek kimsenin elinde değildir. Dilerse Cenâb-ı Hak değiştirir. Kader, Cenâb -ı Hakk'ın kullarından gizlediği bir sırrıdır.
KAZA: Allah’u Teâlâ’nın ezelde irade ve takdir buyurduğu şeyleri, zamanı gelince, ilim ve iradesine muvafık (uygun) olarak yaratması.
Kaza gelmez Hak yazmayınca. Belâ gelmez kul azmayınca.
Kaza-i Muallâk: Allah’u Teâlâ’nın yaratılmasını şarta bağlı olarak takdir ettiği ve şart meydana gelince yarattığı şeyler.
Peygamber Efendimiz (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur:
Kaza-i Muallâk’ı hiçbir şey değiştiremez. Yalnız dua değiştirir ve ömrü yalnız, iyilik artırır. (H.ş)
Kaza, iki kısımdır. Kaza-i Muallâk. Kaza-i Mübrem.
Birincisi; Kaza-i Muallâk: Şarta bağlı olarak yaratılacak şeylerdir ki, bunların yaratılma şekli değişebilir veya hiç yaratılmaz.
Kaza-i Muallâk da iki kısımdır.
Birincisinin bağlı olduğu sebepler Levh-i Mahfuzda gösterilmiş, meleklere bildirilmiştir. İkincisinin sebeplerini ancak Allah’u Teâlâ bilir.
Levh-i Mahfuzda Kaza-i Mübrem gibi görülen bu Kaza-i Muallâk da birincisi gibi değiştirilebilir. (İmam-ı Rabbanî (ks)
Kaza-i muallâk Levh-i mahfuzda yazılıdır. Eğer bir kimse iyi amel yapıp duası kabul olursa, o kaza değişir.
Peygamber Efendimiz (sav) Hâdis-i şerifte buyurdu ki:
"Kader tedbir yani sakınmakla değişmez. Fakat kabul olan dua o belâ gelirken korur."
Duanın belâyı defetmesi de kaza ve kaderdendir. Kalkan oka siper, sulu yer otun yetişmesine sebep olduğu gibi dua da Allah’u Teâlâ’nın merhametinin gelmesine sebeptir. (İmam-ı Gazali)
İkincisi; Kaza-i Mübrem: Allah’u Teâlâ’nın şarta bağlı olmaksızın yaratılmasını takdir ettiği, yaratılması muhakkak olan şeyler.
Kaza, yani Allah’u Teâlâ’nın yarattığı şeyler iki kısımdır: Kaza-i Muallâk. Kaza-i Mübrem. Kaza-i Mübrem hiçbir zaman değişmez. Muhakkak yaratılır.
Allah’u Teâlâ Kur'ân-ı Kerimde buyurdu ki:
Benim katımda söz değiştirilmez. Ve Ben, kullara asla zulmedici değilim. (Kaf 29)
Ayet-i kerimesi kaza-i mübremi bildirmektedir. (İmam-ı Rabbanî (ks)
Necmeddîn-i Kübra Hazretleri, Harezm'e Cengiz askeri Tatarlar hücum edince, talebelerine; "Memleketinize gidiniz. Şarktan (doğudan) fitne ateşi geliyor. Her tarafı yakacaktır. İslâm tarihînde bu kadar fitne görülmemiştir." Buyurdu. Talebeleri; "Dua buyurun da bu belâ Müslüman memleketlerinden uzaklaşsın." Deyince; "Bu, Kaza-i Mübrem’dir. Dua bunu gidermez" buyurdu.
KADER: Allah’u Teâlâ’nın ilmi ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile ilerde olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdir etmesi; Alın yazısı.
Peygamber Efendimiz (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Kader, Allahu Teâlâ’nın bir sırrıdır”. (H.ş)
”Kader, tedbir ile sakınmakla değişmez. Fakat kabul olan dua, o belâ gelirken korur.”(H.ş )
Kader değişmez. Kaza kadere uygun olarak meydana gelir. Kaza her gün çok değişip sonunda kadere uygun olunca yaratılır.
Kadere Rıza: İnsanın, Allah’u Teâlâ’nın kendisi hakkında takdir ettiği şeylere rıza göstermesi, hoşnut olması başına gelen belâ ve musibetlere sabredip, boyun eğmesi.
Peygamber Efendimiz (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur
“Kendinize, evlâdınıza kötü dua etmeyiniz. Allah'ın kaderine rıza gösteriniz. Nimetlerini arttırması için dua ediniz”. (H.ş)
İslâm dinî ve semavi dinler. Her işin Allah’u Teâlâ’nın takdiri ve iradesi (dilemesi) ile olduğunu bildirdi. Fakat insan bir işin ezelde (başlangıçsız öncelerde) nasıl takdir edildiğini bilmediği için, Allah’u Teâlâ’nın emrine uyarak çalışması ve kadere rıza göstermesi lâzımdır.
Kaza ve kadere inanmak. Kadere rıza göstermek insanın çalışmasına mâni olmaz. Bilakis çalışmasını kamçılar.
İnsan, başına gelen belâ ve musibetlere sabretmeli, kadere rıza göstermelidir.
Allah’u Teâlâ’nın dostlarına dünya sıkıntılarının ve belâların gelmesi bunların günahlarının af olmasına sebep olur.
Sözün doğrusu şudur ki. Sevgiliden gelen her şeyi gülerek sevinerek karşılamak lâzımdır. Allah’tan gelenlerin hepsi hoş gelmelidir. Sevgilinin sert davranması, ikram, ihsan ve yükselmek gibi olmalıdır. Böyle olmazsa, sevgisi tam olmaz.
Dünyada huzur ve rahat kadere rıza göstermektedir.
Hoştur senden bana gelen
Kah güldür, kah-ı diken
Lütfunda hoş kahrın da hoş
Narın da hoş lütfun da hoş
Hazret (k.s) bu sohbetinde Kanaat’ten bahsetti:
KANAAT: Yeme, içme ve barınacak yer hususunda bileğin emeği, alın teri ile kazanılana razı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek. Aç gözlü olmayıp hırs göstermemek. Kısmetinden fazlasına göz dikmemektir. Helâl ile yetinip haramı istememek. Az da olsa kısmetine razı olmaktır.
Kanaat, çalışmayıp, sadece eline geçeni kullanmak, tembel oturup, başka bir şey aramamak değildir. Aksine hırslı hareketlerden kaçınıp, gönül huzuru ile yaşamaktır.
Allah’u Teâlâ Hâdis-i kutsi’de buyuruyor ki:
"Ey kulum! Emir ettiğim farzları yap, insanların en âbidi olursun. Yasak ettiğim haramlardan sakın verâ sahibi olursun. Verdiğim rızka kanaat eyle, insanların en ganisi (en zengini) olursun, kimseye muhtaç kalmazsın (Hâdis-i kutsi)
Peygamber Efendimiz (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur
İslâmiyet ile şereflenen, hayatı için yetecek nafakaya sahip olan ve bunda kanaat eden kimseye ne mutlu. (H.ş)
Kanaat tükenmez bir hazinedir. (H.ş)
Kanaat eden aziz. Tamah eden (dünya lezzetlerini haram yollardan arayan) zelil olur. (H.ş)
Kim kanaat ederse, geçimi iyi olur. Kim tamah ederse, (dünya lezzetlerini haram yollardan ararsa) geçim sıkıntısı çeker.
Kanaatkâr olmak lâzımdır. Yani bir işe kâr amacıyla değil, Allah (c.c) rızası için girilmesi lâzımdır. Yani; Ben bu işten şu kadar kâr edeceğim, bu işten şu kadar kazanacağım, dünyalık şunları alırım diye değil, Allah’ın (c.c) rızasını gözeterek işe girişilmesi lâzımdır.
Çalışmak ibadettir. Ama namazlı, abdestli Allah’ın (c.c) emirleri doğrultusunda, Allah’ın emirlerini yerine getirerek çalışmak lazımdır.
Halk arasında çalışmak ibadettir diye bir söz vardır. Bu sözün aslı; Çalışma hayatında Müslümanlar namazlarını kazaya bırakmadan çalışırlarsa o zaman çalışmalar ibadet hükmüne girer. Bu konunun iyi bilinmesi gerekir.
Dünyada biz emanetçiyiz. Bizim hiçbir malımız yok, öldüğümüzde bırakıp gideceğiz. Dünya bizim olsa ne olacak! Zenginlerin halini görüyoruz, bırakıp gidiyorlar. Türkiye değil, dünya onun olsa ne fayda. Ölüm vardır, her nefis ölümü tadacaktır. Bizler de ölümü hiç hatırımızdan çıkarmamamız lâzımdır. “Ölümü anmak, nefsin başının sopasıdır.”
Allah (c.c) bizi televizyonun şerrinden korusun. Akşam evlere gidiyorsunuz geç vakitlere kadar televizyon seyrediyor sabah namazlarını kaçırıyorsunuz. Bu davranış münafıklığın alametidir.
İsrafın manası; Haram olan şeylere verilen para israftır. Helâl olan şeylere verilen para israf değildir. Meselâ; Paran var, büyük ev yaparsın, güzel arabalar alırsın, binersin, çeşitli yemekler yersin, bunlar helâldir.
Ama Sadatlar havastır.Onlar takvayı yaşamışlardır. Onlar gibi olmak iyidir. Ama herkes onlar gibi olamaz, bu zordur. Onlar Allah‘tan (c.c) yüksek makam istiyorlar.
Şayet insanlar burada çok iyi yemek yerler, güzel evlerde otururlarsa ahiretteki ikramlardan eksiltmiş olurlar. Makamlarından aşağıya düşmüş olurlar.
Hz. Ebu Bekr (r.a) rikkat ve merhameti
Hz. Ömer (r.a) Şiddet ve adaleti
Hz. Osman (ZİNNÛREYN:) Hayâ ve edebi (bakın hayâ ve edep ne kadar mühim)
Hz. Ali (k.r.v) akıl ve hikmeti temsil eder. Ve bu dört sahabe insanoğlunu tamamlar.
RİKKAT: Acıma, incelik, yufka yüreklilik, yumuşaklık.
HİKMET: Herkesin bilmediği gizli sebep demektir. Kâinattaki ve yaradılıştaki İlahi gaye ve kârı ciddiye almak lazımdır ve kâr Allah’ın (c.c) nimetlerini muhafazadır.
RADIYALLAHÜ ANH:
Daha çok Eshâb-ı kiramdan birinin ismi anıldığı veya yazıldığı zaman söylenen ve yazılan "Allah’u Teâlâ ondan razı olsun" manasına dua, hürmet ve saygı ifadesi.
İki kişi için Radıyallahü anhüma. İkiden fazlası için Radıyallahü anhüm denir.
Ebû Bekr radıyallahü Anh birine nasihat ederken şöyle buyurdu: "Ey kardeşim! Sana yaptığım nasihati aklında tut, kaybolmamasına dikkat et. Ölümü özüne sevdir. Nasıl olsa gelecek" dedi. Çok kere, dilini parmağı ile tutar. Ve "Başıma gelen her şey bunun yüzündendir" derdi.
Binekte iken devesinin yuları düşse, verin, demez; deveyi çöktürür, alırdı. Sebebini sordular: "Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana: "İnsanlardan bir şey isteme" diye emretti" buyurdu. (İmam-ı Rabbanî (ks)
Ebû Bekr ile Ömer radıyallahü anhüma bu ümmetin üstünleridir. Hazret-i Ali (krv) Eshâb-ı kiramın radıyallahü anhüm ecmain hepsini büyük bilip, hürmet etmekle beraber, Ehl-i beyti (Peygamber Efendimizin (sav) akrabalarını) sevmek Ehl-i sünnetin alâmetidir.
(İmam-ı Rabbanî (ks)
RADIYALLAHÜ TEÂLÂ ANHÂ:
Hanım sahabelerden birinin ismi anılınca veya yazılınca söylenen "Allah’u Teâlâ ondan razı olsun" manasına dua, hürmet ve saygı ifadesi. İki hanım sahabe için (Radıyallahü Teâlâ anhüma" ve ikiden çok için "Radıyallahü anhünne" denir.
Kadınlar Cennet'te, dünyadaki bayram günleri gibi senede birkaç kere Allah’u Teâlâ’yı göreceklerdir. Müzminlerin kâmil (olgun, üstün) olanları her sabah akşam, diğerleri ise Cuma günleri Allah’u Teâlâ’yı anlaşılamayan bir şekilde göreceklerdir.
Mü'min kadınlar ve melekler ve cin de bu müjdeye dâhildirler. Fâtımât-üz Zehrâ ve Hadîcet-ül Kübrâ ve Âişe-i Sıddîka ve diğer ezvâc-ı tâhirât. Peygamber Efendimizin (sav) mübarek hanımları) ve hazret-i Meryem ve hazret-i Âsiye radıyallahü Teâlâ anhünne ecmain gibi kâmil (üstün) ve Ârif hatunların diğer kadınlardan müstesna.(ayrı) Tutulmaları uygun olur. (Abdülhak-ı Dehlevî)
ZİNNÛREYN: İki nur sahibi. Peygamber Efendimizin sallallahu aleyhi ve sellem iki kızıyla evlendiği için hazret-i Osman'a verilen lakap.
Eshâb-ı kiramın (Peygamber Efendimizin arkadaşlarının) en üstünü Ebû Bekr-is-Sıddîk, ondan sonra Ömer-ül-Fârûk'dur (radıyallahü anhümâ). Ondan sonra en yüksek kimse Osmân-ı Zinnûreyn'dir (radıyallahü anh). Ondan sonra Aliyyül Mürtezâ'dır. Hepsinin halîfeliği haktır, doğrudur. Ümmetin icmâı (sözbirliği) ile sâbittir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hazret-i Osman'a birbiri ardınca iki kızını vermiştir. İki kızı da vefat edince; "Bir kızım daha olsaydı verirdim" buyurmuştur. (Mir'ât-ı Kâinât-Taftâzânî)
Hazret (ks) Bu Sohbetinde Seydayi Taği Hazretleri (ks) ilgili bir MENKIBE anlattı:
Seydayi Taği hazretleri: Bir gün murakabede bakıyor. Kalktıktan sonra “Elhamdülillah İmansız gitmekten kurtuldu” diyor. Müritleri “ne oldu üstadım diye” soruyor. Üstat şöyle anlatıyor: “ Falan kes sekerattaydı, onunla beraberdik. Elhamdülillah İmansız gitmedi diyor. Müritleri o kişi münkirdi şıhım diyorlar. Bunun üzerine Seyda hazretleri şu olayı anlatıyor: “ Bir gün bir yere gidiyorduk. Ben at üzerindeydim. Ona rast geldim. O kişiye selâm verdim. Selâmımı almadı, fakat yanından geçerken atımızın gölgesi üzerine düşmüştü. Onun için kendimizi zekaratta onunla beraber olmak zorunda hissettik.
Nakşibendî kabul etmemişse imansız gidebilirsin. Ancak adamın temeli sağlamdı, namazını kılıyordu. Namaz çok önemlidir. Bir insan namazını kılıyorsa ve büyük günahlardan kaçınıyorsa Cenab-ı Hakkın sevdiği kullarının hatırına affı umulur.
Hazret (ks) bu sohbetini şöyle tamamladı.
Namazın geçiyor üzülmüyorsun, sahabeler cemaate yetişemedi mi evladı ölmüş gibi üzülürlerdi.
İmam Gazali (ks) Hz. Leri beş vakit namaz kılmayan mürtet olur. Katli vaciptir, kâfir katledilmez ancak savaşta katledilebilir buyurmuştur.
Biz geliyoruz hep namaz sohbeti yapıyoruz. Temeli sağlamlaştıramadık. Tarikat sohbetine geçemedik temeli sağlamlaştıracağız. Kelimeyi tevhit getirdik Müslüman olduk, ikinci şartı yani namazı tam manasıyla yerine getiremedik. Vesselâm.
Hazret (ks) dünyayı sevmenin zararları ve bu konuyla ilgili tilki Menkıbesi anlattı:
Bazı insanlar vardır, hacca gidip geldikten sonra dünya meşakkatine daha çok dalarlar. Dünya’ya sarılırlar. Allah (c.c) ve Resulü (sav) dünyayı sevmezler. Allah (c.c) ve Resulü’ne (sav) yaklaşmak için de dünyayı terk etmek gerekir. Dünya mevzuları hakkında fazla konuşmak iyi değildir. Ancak iş hususunda istişare gayesiyle konuşulabilir. İslami kitap okumak ve bu kitaplar hakkında konuşmak Allah’ı (c.c) zikretmektir. Bir insanın çokça Kuranı Kerim okuması gerektiğini, bol, bol kitap okuyup bilgi hazinesini genişletilmesinden bahsetti. Yeni başlayan birinin peygamberler tarihini okuyup öğrenmesi gerekir, hem kolay anlaşılır, hem de daha iyi öğrenilir. Kitap okumazsanız kendinizi İslam da ilerletemezsiniz. İslam da manevi kazanç kitapla ve sohbetle meydana gelir
Dünya ve ahireti beraber istemek konusunda, bu ikisi bir arada olmaz. Allah (c.c) ne istersen onu veriyor. Dünya isteyene dünya, ahireti isteyene ahireti verir.
Hazret bu sohbetini şöyle tamamladı: Bir müridin şeyhinin evinde abdest alması adapsızlıktır ve ayrıca müridin biri maşuğuna (şeyhinin) bir bakışına buharayla semerkantı veririm demiş. Buna karşılık Şeyh Sadi Şirazi (ks) Hz. Leri Maşuğun bir bakışına iki dünyayı veririm demiş. (Dünya ve ahiret)
Sadatlar (k.s) Dünyayı bir tilkiye benzetmişti. Dünyayı sevenler tilkinin peşinden koştukça tilki kaçar, Ancak insanlar devamlı kovalar. Yakalamak için kuyruğundan tutmaya çalışırlar. Bu yüzden tilkinin kuyruğunun tüyleri dökülmüştür. Ancak insanlar dünyanın peşinden koşmazlarsa yani dünyayı istemezlerse dünya peşlerinden gelir. Tilki gibi gelip insanların yanlarından ayrılmaz, insanlara sürtünür durur. Bu yüzden boynundaki tüyleri dökülmüştür.
Hazret (ks) bu sohbetinde dünya peşinde koşulmazsa, yani ahiret ön plana alınıp Allah’ın (c.c) rızası için çalışılırsa dünya kendiliğinden gelir derdi.
Evliyalardan biri bir tilkiye rastlar. Tilkinin boynundaki tüyler yoktur. Soruyor “Neden böyle?” diye. Tilki “Ben dünyayım. Beni sevmeyenlerin peşinden gidip onlara sürtünüyorum.”der. İlerden bir tilki daha gelir. Tilkinin kuyruğunda tüyler yoktur. Ona da sorar evliya. Cevaben tilki şöyle der; Ben dünyayım. Beni sevenlerden kaçıyorum. Onlarda peşimden kovalayıp beni yakalamak için uğraşırlar. Onun için kuyruğumda tüy kalmadı. Cömert olun! Dünyayı isterseniz gelmez. İstemeyin, yakın akraba ve komşularınıza, fakirlere bakın, mert olun! Resulullah (s.a.v)“Cömertliğin onda biri dünyaya düşse dünyadaki denizler kadar denizler toprak olur.” Buyuruyor.
Resulullah (s.a.v) cömertti, cömertleri sever, birde cömertler daha
Halim olur. Ayni su gibidir, alçak yer nerdeyse oraya akar. Yumuşak (güzel huylu) Allah ‘ın (c.c) rahmeti de Hilm sahibi olanlarındır.
HALÎM (El-Halîm):
1. Allah’u Teâlâ’nın Esmâ-i Hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hep Hilm sahibi olan; Günah işleyenlerin, günah işlemelerini ve emirlerine muhalefetlerini, karşı geldiklerini gördüğü hâlde gazaplanmaya ve onları cezalandırmaya gücü yettiği hâlde, acele etmeyen.Allah’u Teâlâ kullarına ceza vermekte acele etmez fakat ihmal de etmez.
Kur'ân-ı kerimde mealen buyruldu ki: Bilin ki, Allah’u Teâlâ mağfiret edicidir (bağışlayıcıdır), Halim’dir. (Bakara: 235)
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem sıkıntılı zamanlarında; "Azîm, Halîm olan Allah'tan başka ilâh yoktur. Büyük arşın Rabbi olan Allah'tan başka ilâh yoktur." buyururlardı. (İmâm-ı Müslim (ks)
El-Halîm ism-i şerifini. Okuyan denizde ise boğulmaktan, bir vasıtada ise helâk olmaktan kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)
2. Yumuşak, sertlik göstermeyen, kızmayan kimse.
Allah’u Teâlâ Kur'ân-ı kerimde mealen buyurdu ki:
İbrahim (aleyhisselâm) Allah’u Teâlâ’dan çok korktuğu için çok ah ederdi. Halîm idi. (Tövbe: 114)
Allah’u Teâlâ Halîm, iffetli kimseyi sever; Çirkin şeyler konuşan, ısrarla halktan bir şey isteyen kimseye gazab eder. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Halîm kimse, gadaba sebep olan şeyler karşısında kızmaz, heyecana gelmez. Korkak olan, kendine zarar verir. Gadab’lı kimse ise, hem kendine, hem başkalarına zarar verir. (Hâdimî)
HİLM: Yumuşak huylu olmak, kızmamak. Gücü yettiği. Halde affetmek.
Yâ Rabbi! Bana ilim ver. Hilm ile zinetlendir. Takvâ (haramdan kaçmayı) ihsan eyle! Afiyet ile beni güzelleştir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allah’u Teâlâ, hayâ, Hilm ve iffet sahibelerini sever. Fuhuş (çirkin) söyleyenleri ve sarkıntılık yaparak dilenenleri sevmez. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İlim, öğrenmekle; Hilm de gayretle hâsıl olur. Allah’u Teâlâ hayırlı iş için çalışanı, maksadına kavuşturur. Kötülükten sakınanı, ondan korur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hilmi sebebiyle kul, gündüzleri oruç tutan, geceleri namaz kılanların derecesine kavuşur. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Öfke anındaki Hilm, zalimlerin gazabından korur. (Hazret-i Ali (krv)
Allah’u Teâlâ’nın Hilmi o kadar çoktur ki, kullarının cezalarını vermekte acele etmiyor. (İmâm-ı Rabbânî (ks)
Hazret (ks) Bu Sohbetinde Sadaka’nın önemi hakkında bilgi verdi:
SADAKA:
1.Sadaka: Allah’u Teâlâ’nın rızasına niyet ederek ve karşılık beklemeden muhtaç olanlara, fakirlere, hibe edilen mal, para ve her türlü iyilikte, ihsanda bulunmak.
Allah’u Teâlâ Kur'ân-ı Kerimde buyurdu ki:
Ey iman edenler! Sadakalarınızı; İnsanlara gösteriş için malını harcayan, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan kimse gibi başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayın... (Bakara 264)
Peygamber Efendimiz (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur
“Akrabaya sadaka vermek, ecir (sevap) bakımından iki kattır.” (H.ş)
”Yediğin şey sadakadır. Zevcene yedirdiğin şey, senin için sadakadır. Hizmetçine yedirdiğin şey, senin için sadakadır. Her iyilik sadakadır.” (H.ş)
”Hoş (güzel) söz, bir sadakadır.” (H.ş)
”Mü'min kardeşinin yüzüne tebessüm etmek sadakadır.” (H.ş)
Sadatlarımız bu konuda şöyle buyurmuşlardır:
Sadaka; Belâları önler, ömrü uzatır, bedene sıhhat verir, malı arttırır.
Ölüler için dua ve istiğfar ederek ve onlar için sadaka vererek, imdatlarına yetişmek lâzımdır.
2. Zekât.
Allah’u Teâlâ, Kuran’ı Kerim’de buyuruyor ki:
”Sadakalar; Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, miskinlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (İslâm'a) ısındırılacak olanlara, esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyen esir ve kölelere, (borcuna karşılık malı olmayan) borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihat edenlere, (parasız kalmış) yolcuya mahsustur.” (Tövbe 60)
“Onların mallarından sadaka al ki, bununla onları (günahlarından) temizleyesin, onların (sevaplarını) artırıp yüceltesin. Ve onlara dua et; çünkü senin duan, onlar için bir rahatlık
ve huzurdur (onların ızdıraplarını yatıştırır) . Allah (c.c) onların itiraflarını (senin de duanı) işitici, kalplerindeki pişmanlığı bilicidir.” (Tövbe 103)
Peygamber Efendimiz (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur
Sadaka vermekle mal azalmaz. Allah’u Teâlâ, affedenleri aziz eder. Allah rızası için affedeni, Allah’u Teâlâ yükseltir. (H.ş)
3. Ganimet.
Allah’u Teâlâ, Kuran’ı Kerim’de buyuruyor ki:
(Ey Resulüm!) Onlardan, sadakaların taksimi hususunda seni ayıplayanlar da vardır. Sadakalardan onlara da bir pay verilirse razı olurlar, şayet onlara sadakalardan verilmezse hemen kızarlar. (Tövbe 58)
Sadaka-i Cariye:
Yapıldıktan sonra sevabı devam eden hayırlı, iyi işler. Devamlı hayra sebep olan sadaka demektir.
Bir mü'min vefat edince, bütün amelleri biter. Yalnız üç ameli bitmeyip, bunların sevabı amel defterine yazılmaya devam eder. Bu üç amel;Sadaka-i Cariye, faydalı ilim (kitapları) ve kendisine hayırlı dua eden Salih evlâttır. (H.ş)
Sadaka-i Fıtır:
İhtiyacı olan eşyadan ve borçlarından fazla olarak, nisap yani dinde zenginlik ölçüsü miktarında malı, parası bulunan her hür müslümanın, Ramazan bayramının birinci günü sabahı, fakirlere vermekle yükümlü oldukları belli miktarlardaki buğday, arpa, hurma veya kuru üzüm yahut kıymetleri kadar altın veya gümüş. Fıtra da denir.
Allah’u Teâlâ, sadaka-i Fıtır, veren zenginlerinizi günahlardan temizler (mallarına, işlerine bolluk ve bereket verir) . Sadaka-i Fıtır veren fakirlerinize de, daha fazlasını verir. (H.ş)
Sadaka-i Fıtır olarak 1750 gr. buğday veya buğday unu veya 3500 gr. arpa veya bu miktar hurma veya kuru üzüm verilir. Bunların kendisi verilebildiği gibi, kıymeti kadar altın ve gümüş de verilebilir.
İslâmiyet'in vacipleri yedidir. Sadaka-i Fıtır, yakın akrabanın nafakası, vitir namazı, kurban kesmek, umre yapmak, anaya babaya hizmette bulunmak ve hanımının kocasına hizmeti.
Hazret (ks) bir sohbetinde: Sadaka dağıtırken içinizden Beyazıt-ı Bestami (ks) ismini anarsanız Allah’u Teâlâ bu veli kulunu çok sevdiği için bu sadakadan sizin için hiçbir sevap eksilmez. Daha ziyade Allah (c.c) katında daha makbul olur. Buyurdular.
Hazret (ks) Bu Sohbetinde Sadakanın faydası hakkında bir Menkıbe anlattı:
«Cehennem ateşinden kendini koru, velev ki yarım hurma vermek suretiyle olsun» H.Ş.
Bir zamanlar memleketin birinde bir zatı zındıktır diye sultana şikâyet ettiler. O zamanın Sultanı: Memleketin ileri gelenlerini toplayın, sorun, eğer zındıklığında hepsi şahitlik ederlerse, onu
Öldürün. Diye Valiye emir verdi.
Vali'de o zatın düşmanlarından biriydi. Vali o zatın yanına gelmesini emretti. Bu zat. O memlekete gelirken ekmekçiye uğradı, yarım ekmek aldı ve bir fakire sadaka olarak verdi.
Vali o zat gelince halka bu kişi nasıldır diye sordu, hepsi de, İyi adamdır dediler. Vali şaşırdı.
Hepimiz bu adam hakkında zındık diyorduk. Hepinizin kanaatı bir anda değişti. Bu mutlaka Allah’ın emri ile oldu dedi. Derken o zat gülmeye başladı.Ne gülüyorsun dediler.
Hadisi şerifin tecellisine gülüyorum. Biliyorum ki bu cemaat bu şahitliğin aksini düşünüyorlardı. Valide aynı kanaatte idi. Hepinizde benim aleyhimde idiniz. Ben bu ateşi görünce yarım ekmek sadaka verdim. Dedi. «Cehennem ateşinden kendini koru, velev ki yarım hurma vermek suretiyle olsun» hadisi şerifine uydum. Yarım ekmek yarım hurmadan çoktur. Hepinizin ateşini yarım ekmekle söndürdüm dedi.
Zındık, Allah’u Teâlâ’ya ve Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğuna inandığını, Kuran’a ve hâdislere uyduğunu söyler. Fakat Kur'ân-ı kerimi ve hâdis-i şerifleri kendi cahil kafasına ve kısa görüşüne göre manalandırır.