Hazret (ks) İslam’da Halife Menkıbesi’ni anlattı:
Halife Hazreti Ömer bir gece tebdili kıyafetle Medine'nin kenar mahallelerinde yardımcısıyla dolaşıyordu. Birden gecenin sessizliğini bozan bir çocuk ağlamasıyla irkildi. Hemen sesin bulunduğu tarafa yöneldiler. Sesler yıkılmak üzere olan bir evden geliyordu. Evde titrek bir kandil ışığında yaşlı bir kadın hem bir tencereyi karıştırıyor, hem de ağlayan çocuklara şöyle sesleniyordu:
Tamam, yavrularım hemen pişiyor, biraz sabredin, hemen pişiyor biraz daha sabredin diyordu. Halife Hazreti Ömer ve yardımcısı bu konuşmaları duyunca kapıyı çaldılar ve içeri girerek yaşlı kadının derdini sordular. Kadın hem ağladı hem de halini şöyle anlattı: Evladım bizim kimsemiz yok bunlar benim torunlarım, bunlar hem öksüz hem de yetim. İki gündür boğazımızdan bir lokma ekmek geçmedi. Bu gece iyice acıktılar bende onları avutmak için tencereye taş koydum onları oyalayıp uyusunlar diye bekliyorum, işte durumumuz bundan ibaret efendim dedi.
Halife Hazreti Ömer: Teyze neden halifeye haber vermedin, sana biraz yardım ederdi deyince. Yaşlı kadın hışımla şu sözleri söyledi: O halife olacak Ömer’in boyu posu devrilsin, madem bizden ve fakirlerden haberi olmayacaktı da neden halife oldu, böyle halifelik mi olur? Diye bağırınca Halife Hazreti Ömer yaşlı gözlerle kadının yanından ayrıldı. Hemen bey tül mala giderek bir çuval un ve bir miktar erzak alarak kadının evinin yolunu tuttu, yardımcısı da bir testi yağ alarak halifeyi takip ediyordu. Yolda yardımcısı halifenin yorulduğunu anlayarak yüklerin bir kısmını elinden almak istediyse de Halife Hazreti Ömer ona engel olarak: Bu iş bize düşer, sorumlusu benim, acele edelim bir an evvel kadıncağızın yanına varalım dedi. Nefes nefese, kan ter içinde eve vardılar. Halife Hazreti Ömer hemen odunları toplayıp ocağa koydu, tutuşturmak için uğraşıyordu o yüce halife dizlerinin üzerinde çabuk tutuşması için üflüyordu, gözlerinden akan yaşların gözüne kaçan dumandan olduğu zannedilebilirdi ancak o yüce halife o sırada yaptığı bu hatadan ötürü Cenabı Hak‘tan af ve mağfiret diliyordu. Yarabbi, sana layık bir kul, ümmetine layık bir halife olamadım diyerek cenabı Hakka tövbe ediyordu. Bir müddet sonra ateş yanmış, yemek pişmiş yavrular karınlarını doyurup sakin bir şekilde uyuyorlardı. Halife Hazreti Ömer ve
yardımcısı kadının duaları arasında mahzun bir şekilde evden ayrıldılar. Yolda Halife Hazreti Ömer yardımcısına gözleri yaşlı bir vaziyette şöyle diyordu:
Kenarı Dicle de bir kurt aşırırsa bir koyunu, adli ilahi Ömer’den sorar onu.
Hazret (ks) bir Menkıbe anlattı Baykuşlar ve Nuşirevan (İDARECİ VE ADALET):
Adaletiyle meşhur İran hükümdarlarından Nuşirevan tahta geçtiği ilk yıllarda, halka karşı o kadar zalim ve gaddarca davranmış, o kadar zevk-ü sefasına düşkünmüş ki, millet artık canından bıkar hale gelmiş, en ufak ses çıkaran olsa kellesi gidermiş. İşte bu zalim hükümdar Nuşirevan. Bir gün maiyetiyle beraber ava çıkmıştı. Yanında gayet zeki bir de veziri vardı. Avlanırken bir ara diğerlerinden ayrılan hükümdar, yanında veziri olduğu halde bir suyun başına varıp atından indi ve bir müddet istirahata çekildi. Yeşillikler üzerinde otururlarken, iki baykuş gelip yakınlarına kondu ve ötmeye başladılar.
Baykuşların o nağmeleri Nuşirevan'ın hoşuna gitmiş olacak ki, vezirine:
-İnsan şu kuşların dilinden anlasa da ne dediklerini bilse... Kim bilir bu kuşlar şimdi neler söylüyorlardır? Dedi.
Vezirin, derdini anlatması için büyük fırsat doğmuştu:
-Sultanım ben bu kuşların ne dediklerini biliyorum. Eğer müsaade eder ve beni bağışlarsanız. Bu kuşların ne söylediklerini size bildireyim, dedi.
Nuşirevan, hayretle:
-Gazabımdan emin olabilirsin, anlat, dedi.
Vezir:
-Sultanım affınıza sığınarak arz ediyorum. Bu kuşların birisi, diğerinin kızını oğluna istiyor. Öbürü de; Tabiiyeti icabı kızımı sana veririm, yalnız başlık parası olarak bir harabe isterim, diyor. Oğlanın babası ise bu halinden memnun vaziyette; Deliye bak, Nuşirevan hükümdar olduğu müddetçe, ben sana bir değil on harabe veririm. Yeter ki sen kızı oğluma ver diyor. İşte padişahım kuşların konuştukları bundan ibarettir. Dedi.
Nuşirevan vezirinden memnun olmuştu, ne demek istediğini anladı ve doğruca avdan sarayına dönerek, o andan itibaren hal ve vaziyetini tamamen değiştirdi. Öyle adil, öyle halkını gözetir oldu ki öleceği zaman Nuşirevan'ın memleketinde bir tane harabe kalmamış, her yer mamur ve müreffeh olmuştu. Nerede o şuurlu idareciler, nerede o hükümdarlar?
Hazret (ks) bu Sohbetinde kısa bir menkıbe anlattı:
Cüneyd’i Bağdadi (ks) Hazretlerine tanıdığı birisi sormuş: “Ben bir kardeş edinmek istiyorum, kimi tavsiye edersiniz? Diye üç defa sorunca. Cüneyd’i Bağdadi (ks) Hazretleri cevap vermiş: Sen o insanın derdine koşacak mısın? Sıkıntısı ve hastalığı olduğu zaman gece-gündüz onun derdi ile dertlenecek misin? Sen insanları değil, Allah’u Teâlâ’yı (c.c) dost edin. Yalnızca Allah’u Teâlâ (c.c) bizim dostumuzdur.” «İnnemel mü’minine ihvetun» Müminler kardeştir. Fakirlerin halinden anlamak lâzım, onlara yardım etmek derdi ile sıkıntısıyla ilgilenmek gerekir. Ama bu zamanda bunlar unutulmuş, kimse kimseyi sormuyor.
Hazret (ks) bu Sohbetinde Allah’u Teâlâ’dan (c.c) istemek hakkında bilgi verdi:
Ne isterseniz Allah’u Teâlâ’dan (c.c) isteyin. Tabi ki Allah’u Teâlâ’nın (c.c) uygun gördüklerini.
Allah (c.c) akıllıları sever ve çok isteyenleri de sever. Çünkü Allah’ın (c.c) rahmeti büyüktür.
İstedik mi, çok isteyeceğiz. Fecir vakti dualar birinci kata çıkar. Allah (c.c) “Yok mu rahmet isteyen” diye buyurur.Rahmet iner fakat bu zamanda uyanık kalanlar bu rahmetten faydalanır. Onun için çok isteyin, az istemek Allah’ın (c.c) rahmetine yakışmaz. Allah (c.c) rahmet dağıttığı vakit, uyanık olmamız gerekir. Ama yatmışız, ayaklarımızı uzatmışız. İşe giderken evden abdestini al, Eûzü Besmele çek, iyi niyetle çık. İyi niyet ettin mi sevap kazanırsın, çıkarken çoluk-çocuğumun rızkını kazanmaya, fakir fukaranın ihtiyacını görmeye diye niyet al. Kötü niyet haramdır. Kadın müşteriler geldiğinde ister tesettürlü olsa bile, yüzlerine bile bakma, Eûzü Besmele çek, Felak, Nas surelerini oku. Kalbini devamlı zikir ile çalıştır. Devamlı zikretsin, Allah, Allah (c.c) desin. Edepli ol, müritler her zaman edeplidir. Yolda yürürken bile Allah’ın (c.c) seni gördüğünü unutma. Her an Allah’ın (c.c) huzurundayız.
Her an edepli olunuz. Allah’tan (c.c) gafil olmayınız. Gururlu, kibirli olmayın, herkesi kendinizden üstün görün. Nefsinize hâkim olun, alçak gönüllü olun.
(Fecir: Tanyelinin ağarması, şafak sabah vakti, güneş doğmadan evvel)
Hazret (ks) Fakir’lik ve Fakir’ler Hakkında bilgi verdi:
Fakr: Fakr ile öğünürüm. (H.ş) (Fakr: yoksulluk, muhtaçlık. Hadis-i şerif-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Fakirlik. Tasavvufta her zaman her işte Allah’u Teâlâ’ya muhtaç olduğunu bilmek.
FAKİR:
1- Aslî (temel) ihtiyaçlarından başka nisap miktarı (dinen zengin sayılacak kadar) malı olmayan. (Yani. Zekât verecek kadar serveti olmayan)
Allah’u Teâlâ Kur'ân-ı kerimde buyurdu ki: “Artık ondan (kesilen kurbandan) hem kendiniz yiyin, hem de yoksula, fakire yedirin.” (Hac 28)
Bu konuda Rasulullah Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:
“Üç şeyi yapan müslümanın imanı kâmildir: Ailesine hizmet etmek, fakirler arasında oturmak ve hizmetçisi ile birlikte yemek, yemek.” (H.ş)
“Ashabım için fakirlik saadettir. Ahir zamandaki ümmetim için zenginlik saadettir.” H.ş.
Fakir olduğu için bir kimseyi aşağı gören, zengin olduğu için bir kimseyi yüksek tutan melundur.
Bu ümmetin fakirlerinin, zenginlerinden yarım gün önce Cennet'e girecekleri bildirildi.
Bu yarım gün, beş yüz dünya senesidir.
Çünkü Allah’u Teâlâ’nın bildirdiği bir gün, bin dünya senesi kadar zamandır. Böyle olduğu Hac suresinde açıkça bildirilmiştir.Cennet'e erken girecekleri bildirilen fakirler, İslâmiyet'e uyan, sabreden fakirlerdir. İslâmiyet'e uymak demek, İslâmiyet'in emirlerini yerine getirmek, yasaklarından sakınmaktır. (İmam-ı Rabbanî (ks) Fakir, nafakası olmayınca sabır ve kanaat eder. Allah’u Teâlâ’nın kendisi hakkındaki muamelesinden razı olur. Allah’u Teâlâ emrettiği için rızık kazanmaya çalışır. Çalışırken, ibadetlerini terk etmez, haram işlemez.
Kazanırken de, harcarken de dinin emirlerine uyar. Böyle kimseye zenginlik de fakirlik de faydalı olur.
Tasavvufta. Fakir Derviş. Her zaman her işte yalnız Allah’u Teâlâ’ya muhtaç olduğunu bilen, bütün ihtiyaçlarını hep Allah’u Teâlâ’ya arz eden kimsedir. Fakirlik, nefsin isteklerini yaptırmaz. Nefsini dinlemez, Allah’ın emirlerine uyar (İmam-ı Rabbanî (ks)
Hazret (ks) bu konuda sohbetine şöyle devam etti:
Ankara’daki oturduğu evinden dışarı gece kondu mahallesine baktığını ve burada yaşayanların hepsi fakirdirler dedi. Biz içme suyunu çeşmeden içeriz. Bu mahallede olanların bazılarına kamyonlarla içme suyu gelir, ondan içerler. Allah (c.c) bize verdiği nimetlerin hesabını soracak. Keşke bizde o sâlih fakirlerden olsaydık, Sâlih fakirler çok büyüktür.
Müslüman’sa fakirlik güzeldir, fakat sabreder ve şükrederse, Cennette soracaklar bu yüksek makamlar kimlerindir. Onlar fakirlerin, ancak sabreden ve şükreden fakirlerin makamlarıdır diyecekler. İnsanlar zengin olsun fakir olsun hiç fark etmez. Allah’u Teâlâ’ya itaat etmezse o makama ulaşamazlar.
Müslüman öyledir ki eline yarım ekmek geçse onun da yarısını fakirlere verir.
SÂLİH:
İyi insan. Dünyaya kıymet vermeyen, itikadı doğru olup, Allah’u Teâlâ’nın rızasını, sevgisini kazanmak için çalışan müslüman.
Allah’u Teâlâ Kur'ân-ı kerimde mealen buyuruyor ki:
Sizden biriniz ölüm (alâmetleri) gelip de: "Ey Rabbim! Beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de, sadaka versem ve sâlihlerden olsam" demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayın.(Münafikûn Sûresi: 10)
Sâlih kullarım için, Cennet'te, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir insanın gönlünden geçirmediği bir takım nimetler hazırladım. (Hadis-i Kutsi-Et-Tergîb vet-Terhîb)
Ümmetimin sâlihlerinin Cennet'e girmeleri, namaz ve oruçları sebebiyle değil, cömertlik. Müslümanlara karşı kalblerinde kötülük beslememeleri ve Müslümanlara nasihatleri sayesindedir. (Hadis-i şerif-Dâre Kutnî)
Sâlihlerle sohbette beraber olunuz. Onlar, dünya hazineleridir. Onlarla beraber olmak, ebedî saadet’in anahtarıdır. ( Câfer-i Huldî (ks)
Kim cennetliklerden olmayı isterse, sâlih kimselerle beraber olsun. ( Hâris el-Muhâsibî (ks)
Sâlihlerin hizmetinde bulunan kimse yükselir. Allah’u Teâlâ’nın kendisini sâlihlere hürmet etmekten mahrum ettiği kimse, insanlardan gelen sıkıntılara müptelâ olur. (Ebû Midyen Mağribî (ks)
Allah'ım! Arzularımızın düşüklüğünden, kötülüğünden, amellerimizin noksanlığından, ecelimizin yaklaşmasından, sâlih kullarının aramızdan ayrılmasından sana sığınırız. (Abdullah bin Gâlib (ks)
Hazret(ks) Fakirlerle ilgili kısa bir Menkıbe anlattı:
Bir zatın evinin bir duvarı yıkılmış, çatısı göçmüş bir evde oturuyormuş. Müritleri tamir etmek istemişler ancak o zat benim ahiretteki evim nasıl olacak acaba tereddütteyim diyerek tamir için müritlerine izin vermedi. Bir gün komşular bu zata bir tabak yağlı et yemeği getirdiler siz yemeyince bizim içimiz rahat etmez dediler, yemesi için ısrar ettiler. Ancak o zat o beldedeki bir başka fakirin durumunu sordu. Gelenlerde aynı sizin gibi dediler. O zaman bu yemeği onlara götürün onların yemesi benim yememden daha iyidir dedi. Ben yesem nefsim razı olacak onlar yerse Allah (c.c.) razı olacak, hangimizin razı olması daha iyi diye sordu.
Hazret (ks) Fakirlere yardım konusunda anlamlı bir Menkıbe anlattı
Dul Kadın ve Yahudi’nin İmanı
Bir bayram arifesinde, dul bir kadın yanında yetim kalmış çocuğu ile zengin bir hacının dükkânına girerek, Allah rızası için yardım istedi. Hacı fakir kadına yardım etmediği gibi:
Bıktım sizden nedir bu iş. Ben sizin için mi çalışıyorum. Defol şuradan, diyerek kovdu.
Hacıdan hiç ummadığı bir şekilde cevap alarak kapı dışarı edilen kadıncağız, melül, mahzun oradan ayrılıp giderken, hacının karşısında, aynı işi yapan komşu dükkânın sahibi olan Yahudi, o fakirin ızdırabını anladı.
Nedir hanım, hacı size niçin bağırdı? Diye sordu.
İmanlı ve şuurlu bir kadın olan fakir kadıncağız, Yahudi’ye hacıyı şikâyet etmek yerine :
O benim büyüğümdür. Döver de, kovar da, sana ne oluyor ey kefere! Diye cevap verdi.
Fakat Yahudi durumu anlamıştı. Kadını ısrarla dükkâna çağırıp, ne isterse almasını, kendisine ve çocuğuna olacak elbisenin kendisinde bulunduğunu, hatta hacınınkinden daha iyisini kendisinden alabileceğini söyleyerek dükkânına çağırdı.
Dul kadın ve yetim çocuk Yahudi’nin dükkânından beğendikleri elbiseyi giydiler, kuşandılar ve kadın Yahudi’ye :
Allah sana iman nasip etsin. Sen bizi giydirdiğin gibi Allah da sana Cennette köşkler verip Cennet elbiseleri giydirsin, diye dua etti, yanındaki masum çocuk da, anasının duasına âmin, dedi. Sevinçle oradan ayrılıp gittiler.
Dul ve yetimi dükkânından kovan hacı, o gece bir rüya gördü. Rüyasında kıyamet kopmuş ve kendisi cennete girmişti. Cennette gezerken gayet güzel, gözleri kamaştıran bir köşk gördü. Baktı ki, köşkün kapısında kendisinin ismi yazılı idi. “Demek ki burası bana ait” diyerek köşkün kapısından içeri girmek istedi. Fakat kapıda bekçi olarak bekleyen melekler hacıyı içeri almadılar.
Giremezsin hacı, dur bakalım nereye gidiyorsun? Dediler.
Hacı durdu: Niye giremiyorum, bu köşk benim değil mi? Diye sordu.
Melekler cevap verdiler :
Düne kadar senindi ama maalesef dün sizden başkasına devredildi. Daha henüz kapısının üzerindeki tabelâ da sökülmemiş, yakında değiştirirler, dediler.
Hacı neye uğradığını anlayamadı. O telaş ve heyecan içinde uyandı ki, yatakta yatıyor:
“Eyvah ben ne yaptım. Dün çocuklara iyilik etmemekle hata ettim, demek ki benden sonra onları Yahudi Avram efendi giydirmişti. Köşkü kaçırdık. Dedi.
Sabah olunca doğru Yahudi Avram efendinin dükkânına Hacı gitti. Selâm ve hoşbeşten sonra:
Hacı- Avram efendiye, dünkü dul kadına sen kaç liralık elbise verdiysen, onların parasını sana ben vereceğim, dedi.
Yahudi bir altın değerinde elbise verdiğini söyledi.
Hacı: Madem o kadarmış al sana onun iki misli, dedi.
Fakat Avram olmaz, dedi. Hacı değerini yükseltti, hacı yükselttikçe Yahudi olmaz diyor.
Yahudi kabul etmedikçe hacı vermek istediği parayı artırıyordu.
Hacı yüz altın, iki yüz altın vermeğe başladı ama artık Yahudi Avram'ın da sabrı taşmıştı.
Olmaz hacı olmaz, o köşk yüz altınla bin altınla satın alınmaz. O senin gördüğün rüyayı ben de gördüm ve işte bende Müslüman oldum. O köşk düne kadar senindi, sen daha evvel yaptığın hayır hasenatla o köşkü yaptırmıştın ama dün bana sattın. Ben onu tekrar sana satmaya niyetli değilim. Sen artık bundan sonra kapına geleni boş çevirmede, Cennette kendine başka saraylar yaptır. Allah'ın mülkü geniştir, dedi.
Yahudi’den de bu cevabı alan hacı, bir daha kapısına geleni boş çevirmeyeceğine dair kendi kendine söz vererek oradan ayrıldı gitti. Ama köşk de elden gitti. Allah (c.c) razı olduğu o cömertlerden etsin ve hepimizin yardımcısı olsun. ÂMİN. İnşaallah.
Hazret (k.s) Fakirlerle ilgili kısa bir Menkıbe anlattı:
Sadatlarımız’dan bir zat müritleriyle dolaşırken bir inşaat görüyor, çok büyük bir inşaatmış. Müritlerine bu inşaat kimin diye soruyor. Öğreniyor ki müritlerinden birisininmiş? Müridi çağırtıyor yanına bu bina ne zamana kadar bitecek diye soruyor. İnşaat çok büyük olduğundan bu ustaların bu şekilde çalışmasıyla dört senede biter diyorlar. Peki diyor üstadı, senin dört seneye kadar yaşayacağına senedin var mı? Diye sorar. Yoktur diyor mürit. Şeyhi, o zaman sen bu binaya harcayacağın parayı bana getir, senet yapalım sana cennette bir ev verilsin istemez misin diye sormuş. Mürit düşünmek için üstadından üç gün mühlet istemiş. Mürid düşünüyor ben diyor Şeyhimin elini tuttum ki kendimi dünya-Ahiret ona teslim ettim. Eğer teslim etmeyeceksem neden elini tuttum, vermeyeceksem niye mürid oldum, teslim olduysam vermem lâzımdır diyor. Ertesi gün ustaların hesabını kesiyor, parayı torbasıyla götürüp Şeyhinin önüne koyuyor, şeyhinin emriyle bu para karşılığı cennette yer verilecek diyerek senet yapılıyor, Şeyhi de o parayı sabreden ve şükreden gerçekten muhtaç olan fakirlere dağıtıyor. Bir gün üstadı camide sohbet ederken bir melek gelir ona bir kâğıt verir. (Cennetten bir tapu) Şeyh efendi hemen cemaate soruyor. Falanca kes öldü mü? Dün vefat etti diyorlar. Ölen müridin çocuklarına cennetin tapusunu gönderiyor.
Hazret (ks) Fakirlere yardım konusunda anlamlı bir Menkıbe anlattı:
İki Ekmek Eksik
Bir gün iki kişi, Rabia-tül Adeviyye'yi ziyarete geldiler. İkisi de açtı. "Yemeği helâldir" diye içlerinden onun yemeğini yemek geçti. O anda kapıya bir Fakir gelerek, Allah rızası için bir şeyler istedi. Rabia Hazretleri evdeki iki ekmeğini gelen fakire verdi. Gelen fakir sevinerek gitti. Bir saat kadar sonra bir kişi kucağında bir yığın ekmekle geldi. Rabia hazretleri ekmekleri saydı.
On sekiz ekmek vardı. Dedi ki:
Ekmekler yirmi olsa gerektir dedi.
Ekmeği getiren kişi, ikisini saklamıştı. Çıkarıp iki ekmeği de verdi. Oradakiler hayretle sordular.
Bu ne sırdır? Biz senin ekmeğini yemeye gelmiştik. Önümüze koyacağın ekmekleri kapıya gelen Fakire verdin. Ardından ekmek geldi. Eksik olduğunu söyledin.
Cevabında şöyle buyurdu:
Siz ikiniz gelince karnınızın aç olduğunu anladım. Önünüze koyacağım o iki ekmeği kapıya gelen Fakire verdim. Allah’u Teâlâ’dan bu ekmeklerin misafirlerin karnını doyuramayacağını, bunun için bir yerine on vermesini istedim.
Çünkü Allah’u Teâlâ Kur'ân-ı Kerimde şöyle buyuruyor:
Kim ortaya bir iyilik koyarsa ona on katı verilir; Ortaya bir kötülük koyan ise ancak misliyle cezalandırılır; Onlara haksızlık yapılmaz.(Enam 160)
Ben Allah’ın (c.c) bu vaadine güvendim. İki ekmek yerine yirmi ekmek geleceğini Allah’ın izni ile bildiğim için de ekmeklerin noksan olduğunu söyledim.
HAZRET (ks) bu sohbetinde Taziye hakkında kısa bir bilgi verdi:
TAZİYE: Ölen kimsenin yakınlarına sabır, ölene rahmet dileme.
Rasûlullah (sav) Ashab-ı kiramdan (arkadaşlarından) Mu'âz bin Cebel'e yazdırdığı taziye mektubunda buyurdu ki:
”Allah’u Teâlâ sana selâmet versin! Allah’a Hamd ederim. Herkese iyilik ve zarar, yalnız Allah’tan gelir. Allah’u Teâlâ dilemedikçe kimse kimseye iyilik ve kötülük yapamaz.
Allah’u Teâlâ, sana çok sevap versin. Sabretmeni nasip eylesin!
Nimetlerine şükür etmeni ihsan eylesin!
Muhakkak bilmeliyiz ki, kendi varlığımız, mallarımız, Allah’u Teâlâ’nın sayısız nimetlerinden, tatlı ve faydalı ihsanlarındandır. Bu nimetleri, bizde sonsuz kalmak için değil, emanet olarak kullanalım diye ve sonra geri almak için vermiştir. Bunlardan belli bir zaman da faydalanırız. Vakti gelince, hepsini geri alacaktır. Allah’u Teâlâ nimetlerini bize vererek sevindirdiği zaman, şükretmemizi, vakti gelip geri aldığında, üzüldüğümüz zaman da, sabretmemizi emreyledi. Senin bu oğlun, Allah’u Teâlâ’nın tatlı, faydalı nimetlerinden idi. Geri almak için sana emanet bırakılmıştı. Seni, o oğlun ile faydalandırdı. Herkesi imrendirecek şekilde sevindirdi, neşelendirdi. Şimdi, geri alırken de, sana çok sevap, iyilik verecek, acıyarak, doğru yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsan edecektir. Bu merhamete, ihsana kavuşabilmek için sabretmelisin! Kızar, bağırır, çağırırsan, sevaba, merhamete kavuşamazsın ve sonunda pişman olursun. İyi bil ki, ağlamak, sızlamak, derdi belâyı geri çevirmez. Üzüntüyü dağıtmaz! Kaderde olanlar başa gelecektir. Sabretmek lâzımdır, olmuş bitmiş şeye kızmamak lâzımdır.
Allah’u Teâlâ hepinize selâmet versin!” Âmin
Sadatlarımız bu konuda şöyle buyurmuşlardır:
Meyyit (cenaze) sahiplerinden büyük, küçük erkeklere ve yaşlı kadınlara rast gelince, taziye etmek, sabır tavsiye etmek müstehabtır.Taziye için;"A'zamallahü ecrek ve ahsene ezâek ve gafere li meyyitik." Denir ki; "Allah’u Teâlâ, sevabını, dereceni arttırsın ve güzel sabır etmeni nasip eylesin ve meyyitin günahlarını affeylesin." Demektir.
Üç günden sonra taziye yapmak mekruhtur. Ancak uzakta olanlar ve yakın olup da, geç haber alanlar için mekruh olmaz. İki defa taziye etmek de mekruhtur. Kabir başında ve meyyit sahiplerinin kapılarında da taziye mekruhtur. Taziye, mektup ile de olur.
Hazret (ks) Taziye sohbetini şu tembihatla tamamladı;
Taziye, sadece vefat edenlerin yakınlarına yapılır. Ölen kişinin arkasından ahireti kazanıp kazanmadığı belli olmadığı için üzülüp dua etmek af ve mağfiret dilemek gerekir.
Bir insan vardı. Çok ibadet ederdi. Ölümünde Sadatlar gidip mezarına baktılar ki azap görüyor. Bu azabın sebebini araştırdı. İki üç kötü arkadaşı varmış, onlara Allah (c.c) için kızmazmış. Sadatlar Allah’a (c.c) yalvarıp rica ettiler. Allah’da (c.c) onu affetti. Kötü insanlarla alış-veriş edebilirsiniz. Fakat arkadaşlık etmeyin, muhabbet etmeyin.
HAZRET (ks) BU SOHBETİNDE AKILLI İNSANIN TARİFİNİ YAPTI VE
DÖRT SINIF İNSANDAN BAHSETTİ:
Akıllı: O kimsedir ki, nefsine hâkim olur da ölüm sonrası için hazırlanır.
Aciz ve Ahmak: Olan o kimsedir ki, nefsinin yularını salıverir ve. Hâkim-i mutlak (olan) Allah’u Teâlâ’ya karşı boş ümitlere kapılır.
Dört sınıf insan vardır: 1- Deli, 2- Ahmak, 3- Sefi, 4- Akıllı.
1. Deli: Ne dünyadan. Ne ahiretten sorumlu değildir. Allah (c.c) onun aklını almıştır, adam öldürse bile ne dünya hukukuna göre, nede ahirette sorumlu tutulmaz.
2. Ahmak: Ahireti hiç bilmez, onun işi sadece dünyadır. Dünya işini çok iyi bilir.
Ahiret kazancı için çalışmaz. (Dünyası için ahiretini terk eden) bu insan makbul değildir.
3. Sefi: Yalnızca ahiret için çalışır. Dünyayı hiç bilmez. Belki de Evliyadır, Âbitdir alnı secdeden kalkmaz. Ancak dünyayı bilmediği için diğer insanlara muhtaç olur. Onlardan yardım alır. Bu insanda makbul değildir. Alan olmak değil veren olmak lâzımdır.
4. Akıllı: Hem dünyasını hem de ahiretini çok iyi bilir, ikisini de bir arada götürmek gerekir. Makbul olan insan budur. Allah (c.c) bizi akıllılardan yapsın. İnşaallah. Âmin.
Terki Dünya.: Dünya’yı. Terk etmek. (Kalbe sokmamak.)
Terki Ukba: Cehennem korkusu veya Cennet ümidi için olmaması (Allah (c.c) rızası için olmalıdır.)
Terki Hestu: Bu yolda çekilen sıkıntıların eziyetlerin insanı etkilememesi.
Terki Terk: Bu terk ettiklerini de unutup terk ettiği duygusunun terk edilmesi hatırına dahi getirmemesidir.
Hazret (ks) bu sohbetinde sakal ve kıyafet konusundan bahsetti:
Hazretin yanına gelen arkadaşlardan birkaçı kısa sakallı idi, Hazret bunlara sakalınızı sünnet üzere mi bıraktınız yani tekrar kesmemek üzere mi? bıraktınız yoksa kesecek misiniz diye sordu onlarda keseceklerini daha öncede kestiklerini söylediler. Hazret bu sizin yaptığınız iyi bir şey değil bu şekilde kesip bırakan komünistlerden ve inanmayanlardan misal verdi. Onlarda böyle adet olduğu için sakalı kesip bırakıyorlar, bunlar öyle yaptığı için siz onlara uymayın eğer onlar gibi kesip bırakırsanız onlara uymuş olursunuz. Kesip bırakanlar Rasulullah (sav) ile alay etmek için yapıyorlar.
Onun için sakalı bırakacaksanız tam bırakın, bırakmayacaksanız kesin. Kesmekte kerahet vardır ama bırakıp ta kesmekten daha iyidir.
Müslüman'ların dar pantolon giymemesi gerektiğini sakal ve giyim hususunda Rasulullah’a (sav) mutabaat etmek ve onu kendisine örnek alıp Rasulullah’ın (sav) sünnetine göre davranmamız gerektiğini söyledi.
Bu sırada dedesi Muhammed Diyâuddin Hazretlerinden (ks) örnek verdi. Mübarek bir kolunu Rus harbinde kaybetmiş. Tek kolu olmadığından bütün müritlerin şeyhlerine mutabaattan dolayı o kollarını sakladığını anlattı. Sünnet üzere sakal bırakan kişiler ve müritler örnek oldukları için kendilerine çok dikkat etmeleri gerekir. Toplum içinde çekirdek yemek, sakız çiğnemek vs. hareketlerden sakınmalıdır.
Hareketlerimizi Rasulullah Efendimizin (s.a.v.) sünnetine uygun olarak yapmamız gerekir. Onun yaşantısını örnek alıp kendi yaşantımızı da ona göre düzenlememiz gerekir. Dedi. Ve
Hazret (ks) bu konudaki çok önemli nasihatlarına şöyle devam etti:
İnsan üzerinde üç çeşit elbise vardır.
1-Allah (c.c) için ( Setr-i avret için olan)
2-Nefis için ( Sağlığı için olan)
3-Halk için ( Başkaları beğensin diye giyinen)
Üçüncü grup giyinenler cehennemliktir.
SETR-İ AVRET: Mükellef olan yani akıllı ve bâliğ (ergenlik, evlenme yaşına erişmiş) bir kimsenin Namazda veya her zaman başkasına göstermesi Haram olan yerlerini örtmektir.
Setr-i avret namazda da, namaz dışında da farzdır.
Setr-i avret şunlarla tamam olur:
1- Erkekler göbeği altından dizi altına varıncaya kadar olan yerlerini örtmekle,
2- Kadınlar yüz, el ve bir rivayete göre ayaktan başka bütün bedenlerini örtmek ve göstermemekle.
AVRET: İslâmiyet'te akıllı ve bâliğ (ergen ve evlenecek yaşa gelmiş) olan kimsenin namaz kılarken açması veya her zaman başkasına göstermesi ve başkasının bakması haram (Günah) olan yerleri.
Allah’u Teâlâ Kuran’ı Kerim’de buyurdu ki:
”Ey Resulüm! Mü'min erkeklere söyle, harama bakmasınlar ve avret yerlerini haramdan korusunlar. İmanı olan kadınlara da söyle, harama bakmasınlar ve avret yerlerini haram işlemekten korusunlar.” (Nur 30)
Rasulullah Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Avret yerinizi açmayınız (yalnız iken de açmayınız.) Çünkü yanınızdan hiç ayrılmayan kimseler (Melekler) vardır. Onlardan utanınız ve onlara saygılı olunuz.” (H.ş)
Sadatlarımız bu konuda şöyle buyurmuşlardır:
Hanefî mezhebinde erkeklerin avret yeri göbek altından diz altına kadardır. Diz avrettir. Kadınların ellerinden ve yüzlerinden başka yerleri, bilekleri, sarkan saçları ve ayaklarının altı avrettir. Ancak, kadınların elleri örtecek kadar uzun kollu namazlık veya geniş başörtüsü ile elleri örtülü olarak Namaz kılmaları daha iyi olur.
Konuşmaya başlamamış olan küçük çocukların avret yerleri yalnız önü ile arkasıdır. Erkek çocukların on yaşına kadar. Kızların ise gösterişli oluncaya kadar galiz (kaba) avretlerine (göğüs, koltuk, böğür, uyluk, diz ve sırtlarına,) bundan sonra bütün avretlerine bakmak caiz değildir, günahtır.
“Hamamda çok oturma. Hamamda göbeğin ile dizlerinin arasını açma. Erkeklerin ve kadınların, hamamda da avret yerlerini açmaları haramdır. Günahtır. Açan da, bakan da Melundur.”
Hazret (ks) bu sohbetinde Hayâ hakkında çok önemli tavsiyelerde bulundu:
HAYÂ: Utanma, ar, namus. Çirkin şeylerden sıkılma veya edebe uymayan bir şeyin meydana gelmesinden dolayı Kalb de meydana gelen rahatsızlık.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Hayâ imandandır. İmanı olan cennet’tedir. Fuhuş kötülüktür. Kötüler Cehennem’dedir.”(H.ş)
“Hayâ ile iman, beraberdirler. Biri gidince, diğeri onu takip eder.” (H.ş)
“Allah’u Teâlâ’dan hayâ ediniz! Hakikî manada Allah’u Teâlâ’dan hayâ etmek, kötü
Düşüncelerden uzak durmak, helâl lokma yemek ve ölümü hatırlamaktır.
Ahireti isteyen Dünyanın ziynetinden süsünden uzaklaşır. İşte bunları yapmak,
Allah’u Teâlâ’dan hakkıyla Korkmak demektir.” (H.ş)
“Cennet'e gitmek isteyen uzun emel sahibi olmasın. Dünya işleri ile uğraşması ölümü
Unutturmasın. Haram işlemekte Allah'tan hayâ etsin.” (H.ş)
Hayâsız insan, halk içinde çıplak oturan kimse gibidir. (HZ. Ebû Bekir Sıttık (RA) )
Cebrail Aleyhisselâm. Aklı. Hayâyı ve İmanı Âdem aleyhisselâma getirdi ve dedi ki:
"Ya Âdem! Allah’u Teâlâ (c.c) selâm eder, sana getirdiğim şu üç hediyenin birini kabul etsin" dedi.
"Âdem aleyhisselâm aklı kabul eyledi. Cebrail aleyhisselâm: İman ile hayâ’ya; "Siz gidin"
Deyince, iman dedi ki: "Allah’u Teâlâ bana emreyledi ki, akıl nerede ise, sen de orada ol!"
Ondan sonra hayâ da aynı şekilde, Allah’u Teâlâ tarafından emr olunduğunu beyan ederek, her
İkisi de akıl ile beraber Âdem aleyhisselâmda kaldı. Allah’u Teâlâ kime akıl verirse, hayâ ile iman da onunla beraberdir. Aklı olmayanın ne hayâsı, ne de imanı vardır.
Kul hayâ sahibi olduğu zaman, hayır ve iyi işlere yapışır.
Hayâ kalbe yerleştiğinde, nefsin arzu Ve istekleri ondan uzaklaşır.
Allah’u Teâlâ’dan hayâ etmeyen kimse, insanlardan da hayâ etmez.
Afetlerin evveli, cehalet, bilgisizlik, sonra nefsin arzu ve isteklerine meyletmek, sonra hayâyı terk etmektir.
Hayânın en kıymetlisi, Allah’u Teâlâ’dan utanmaktır. Ondan sonra Rasülullah’dan (sav) hayâdır. Daha sonra insanlardan hayâ etmek gelir.
Hazret (k.s) bu sohbetinde Helâl Lokmadan bahsetti:
Helâl Lokma:
Haram olmayan, Dinde yenilmesi yasak edilmeyen yiyecek.
Helâl lokma yemeyen kimse, Allah’u Teâlâ’ya itaat etme gücünü kendisinde bulamaz.
Helâl lokma yiyen kimse de Allah’u Teâlâ’ya isyankâr olmaz.
HELÂL:
Yasak edilmiş olmayan yahut yasak edilmiş ise de, İslâmiyet'in özür, mâni ve mecburiyet saydığı sebeplerden birisi ile yasaklığı kaldırılmış olan şeyler.
Allah’u Teâlâ Kur'ân-ı Kerimde buyurdu ki:
Ey Müminler! Allah’u Teâlâ’nın size helâl ettiği Tayyib yani güzel şeyleri kendinize haram etmeyiniz! Helâllere haram demeyiniz! Allah’u Teâlâ helâl ettiği şeylere haram diyenleri sevmez. (Mâide 87)
Bu konuda Rasulullah Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:
“Duanın kabul olması için helâl lokma yiyin.” (H.ş)
”Bir kimse, hiç haram karıştırmadan, kırk gün helâl yerse, Allah’u Teâlâ, onun kalbini nur ile doldurur. Kalbine, nehirler gibi hikmet(faydalı ilim) akıtır. Dünya muhabbetini, kalbinden giderir.” (H.ş)
Allah’u Teâlâ, peygamberlerine emrettiğini, müminlere de emretti ve buyurdu ki:
"Ey peygamberlerim! Helâl yiyiniz ve Salih (iyi) işler yapınız!" (Müminûn 51)
Allah’u Teâlâ, Müminlere de emretti ki;
"Ey iman edenler! Sizlere verdiğim rızıklardan helâl olanları yiyiniz." (Bakara 172)
Sadatlarımız bu konuda şöyle buyurmuşlardır:
Allah’u Teâlâ’ya itaat etmek, bir hazineye benzer. Bu hazinenin anahtarı dua, anahtarının dişleri de helâl lokmadır.
Haram yiyenlerin yedi azası, istese de istemese de günah işler. Helâl yiyenlerin her azası ibadet eder. Hayır, işlemesi kolay ve tatlı gelir. Bizim yolumuzda el, helâl kârda (işte); Gönül ise hakikî yardandadır. (Allah’u Teâlâ’dadır)
Her gün helâlinden alış-veriş yapman, geceleri ibadet, gündüzleri oruçla geçirmenden bana daha sevimlidir.
Ceza Olarak Eli Kesilen Şeyh: Helâl LOKMA: Menkıbe
Şeyh Hammad (Ebu'l - Hayr Tinati) Hazretlerinin bir eli kesikti. Bir gün müridlerinden biri küstahlık ederek ona elinin kesilmesine sebep olan şeyin ne olduğunu sordu.
Şeyh Ebu'l - Hayr Tinati Hazretleri elinin kesilmesine sebep olan hadiseyi şöyle anlattı:
- Gençliğimde bir günah işledim. Ondan dolayı elimi kestiler, buyurunca ne zaman olduğunu sordular.
Hz. Şeyh de meseleyi başından anlatmaya başladı.
— Ben mağrip diyarında oturmakta idim. Sefere çıkmayı ve biraz gezmeyi arzuladım. Tınattan ayrılıp İskenderiye'ye geldim. Orada on iki sene kaldım. İskenderiye'den sonra Dimyat'a dökülen ırmak kenarına dağa kamıştan bir ev yapmıştım. O sıralarda Dimyat'a çok gelen giden olurdu. Irmağın başına otururlar, yemeklerini yerler ve sofralarının artıklarını da kalenin dibine dökerlerdi. Ben kimseden habersiz, oradaki köpeklerle beraber dökülen ekmeklere üşüşür ve nasibimi alırdım. Yaz mevsiminde bütün azığım bu idi.
Kış olunca ise evimin etrafında çok saz yetişirdi. Ben sazların kökünün tazesini ve beyazını alarak yerdim, köklerini atardım. Kışın da azığım bitti. Bir gün hatırıma:
- Ey Ebu'l Hayr, sen kendini mütevekkil zannedersin. Halkın yapmadığın yapıyorum zannedersin ama otlaklarda otluyorsun, bir şeyler bulup yiyorsun, diye geldi. Kendi kendime: “İlahi bundan sonra yerden biten hiçbir şey yemeyeceğim.Ancak bana kendi fazlından gönderirsen onu yiyeceğim. Senin izzetin hakkı için buna söz veriyorum, dedim. Böylece on iki gün geçti, namazın farzını sünnetini ve nafileleri tamamen kılıyordum. On iki gün de sadece nafileleri terk ederek namaza devam ettim. Sonra sünneti terk ettim. On iki gün sadece farz namazı kılmaya başladım. Sonra kıyamdan, daha sonra da oturarak da kılmaktan aciz kalarak farzları da eda edemez olmuştum. Sırrımla niyaz ederek:“Allah’ım bana farz kıldığın bir hizmetten sorguya çekmen ve kefil olduğun rızkımı da göndermen gerekir. Kefil olmakta devam ettiğin o rızkı bana fazlından ihsan eyle!” Diye yalvardım.
Ansızın önümde iki yuvarlak daire görüldü. İçinde de bir şey vardı. O iki yuvarlak kürs her gece bana gelir bende içindekini yer, gıdamı temin ederim. (Şeyh yediği şeyin ne olduğunu söylemediği gibi yanındakiler de ne olduğunu sormadılar.)
Böylece bir müddet devam ettikten sonra bana gaza için sınır boyuna gitmem işaret edildi. Buralarını müslümanlar ellerinde bulunduruyorlardı. Ben sınır boyuna gittim. Bir köye vardım. Cuma günü idi. Mescidin kapısında bir kaç kişi toplanmışlar sohbet ediyorlar, birisi anlatıyor öbürleri dinliyorlardı. Anlatan Zekeriyya Aleyhisselamın ağaca saklandığını ve müşrikler tarafından destere ile kesildiğini anlatmakta idi. O'nun sabrından bahsederken ben içimden şöyle geçirdim:
<>
Oradan ayrılıp sınır boylarında Antakya'ya geldiğimde dostlarım bana bir kılınç-kalkan verdiler. Sonra sınır boyuna müteveccihen oradan ayrıldım. Düşmandan korkarak duvar arkalarına sığınmaktan Allah'tan hayâ ettiğimden oralardaki meşeliğe geçtim. Gece deniz kenarına gelir, abdest alır, namaz kılardım. Gündüz olunca da yine o meşeliğe geçer düşmanın gelmesini beklerdim.
Bir gün meşelikte gezerken yemişlerinin bazısı olgunlaşmış, bazısı henüz olgunlaşmamış bir meyve ağacı gördüm. Bu çok hoşuma gitmişti.Allah'a verdiğim sözden o anda gafildim. Elimi uzatarak yemişlerden bir miktar topladım. Sonra birkaç tanesini yemeğe başladım. Bir kısmı ağzımda bir kısmı da elimde olduğu halde yeminim aklıma geldi. Hemen elimde olanları serptim, ağzımdakileri tükürdüm. Kendi kendime mihnet ve belâ vakti yaklaştı, dedim. Kılıcımı-kalkanımı ve mızrağımı bir kenara attım, bir ağacın dibine varıp elim şakağımda düşünmeye başladım. Hata işledim. Şimdi benim halim ne olacak diye düşünüyordum. Ben dalgın, dalgın düşünmekte iken bir bölük atlı silahlı kişi gelerek etrafımı sardı. Sonra beni yaka-paça deniz kenarına emir (Reislerinin) yanına götürdüler. Daha evvel bazı köylüler de benim gibi yakalanarak sultanın huzuruna getirilmiş, bekletiliyorlarmış. Sultan bana: Sen kimsin? Necisin? Dedi.
Ben de:
Allahın kullarından bir kulum, deyince de orada bulunan esir köylülere tanıyıp tanımadıklarını sordu.
Tanımadıklarını söylediler.
Sultan Onlara:
Bu sizin büyüğünüz, fakat siz onu mazur göstermek için tanımadığınızı söylüyorsunuz, kendinizi feda ediyorsunuz, dedi.
Biraz sonra kararını verdi. O kalabalıktan birer, birer ayırıp birer el, birer ayaklarını kestiler.
Sıra bana gelince:
Elini uzat! Dediler.
Uzattım ve bir vuruşta sağ elimi kestiler. Ayağını da uzat dediklerinde sırtüstü yatarak ayağımı uzattım ve:
Ya Rabbi! Elim günah işlemişti kestirdin, ayağımın ne suçu var! Diye içimden yalvardım.
O anda atlılardan biri atından atlayarak:
Durun, kesmeyin, bu adam falan zattır!. Ne yapıyorsunuz, dünyayı başımıza mı yıkacaksınız. Ben bunu tanıyorum! Diye bağırdı.
Bunun üzerine reis atından inerek o kesilen eli öptü. Bana da: Biz hata ettik, bizi affet, diye yalvardı.
Ben de: O suçlu bir eldi. Kestiniz, hakkımı helâl ettim, dedim.
Ondan sonra çok ağladım. Çünkü bir anlık dalgınlık yüzünden hem elimden olmuş hemde o her zaman nereye gitsem beni bulan yuvarlak Kürs’ten mahrum olmuştum. İşte bu elimin kesilmesi böyle bir hadise sonucu olmuştur. Bu bir suçlu eldir ve cezasını çekmiştir. Allah ahirette çektirmesin. İnşaallah. Âmin.
Hazret (ks) Isparta’dan ziyaretine giden arkadaşlara şöyle bir açıklamada bulunmuş:
Güneş batarken Norşin’e doğru bakmış ve şöyle demiş: Eskiden buralarda hiçbir şey yoktu. Yani yol, su, telefon, Tv gibi teknolojik hadiseler yoktu. Ama buradaki medreselerden âlimler yetişirdi. Bir zamanlar burada hiçbir şey yokken telgraf telleri için direkler dikilmeye başlayınca dedem Abdurrahman’i Taği (ks) Hazretleri bu teller geldi artık buraların özelliği bozuldu, bundan sonra buraya yol gelir insanlar çoğalır ve buradaki manevi hava bozulur. Artık âlimler yetişmez olur demiş.
Hazret (ks) aynı dedemizin dediği gibi oldu dedi. Bugün günümüzde insanlar çoğaldı, radyo, televizyon hayatımıza girdi. Helâl lokma kalmadı, insanlar bozuldu. Diyerek.
Hazret (ks) bu konuda Şahı Nakşıbend (ks) zamanını bizlere şöyle anlattı:
Şahı Nakşıbend (ks) kendi talebelerinin iaşesi için kendine ait tarlayı bizzat kendi eker ve tarlada bizzat kendisi de çalışırdı. Helâl lokmaya çok dikkat ederdi. Bu durumu bilen civar âlimleri sık, sık Şahı Nakşıbend (ks) un yemeğinden yemek için gelirlerdi ve onun yemeğini ilaç gibi görürlerdi.
Hazret (ks) şöyle buyurdu: Hace Übeydullah Ahrar (ks) yirmi yıl ilim tahsilinde bulunmuş.
Ve birçok ilimden İcazet almış âlim bir kişi idi. O sıralar çok fakir idi. Yirmi yıllık ilimden sonra. Tasavvufa girince bakmış ki bu yolda gerçek kemâle ermek ancak helâl lokma ile mümkündür ve ihlâsla şöyle dua etmiş: Ya Rab, bana helâl lokma nasip eyle.Babasından kalma araziyi ekmeye başlamış ve her sene ektiğinden bire yüz mahsul kaldırmış. Her sene ektikçe mahsul artmış ve daha fazla arazi almış. Araziler o kadar büyümüş ki tarlaları sürmek için bin çift öküzkullanır olmuş. Yüzlerce işçi ile kendiside tarlada beraber çalışmış. Mübarek, işçilere bizzat yemeği kendi dağıtır. Ve kendiside onlarla beraber yermiş. Sıcak bir yaz günü çadırda işçilere yemek vermiş ve istirahat etmelerini söylemiş. Kendiside bir gölgelik aramak için araziye çıkmış. Ancak sadece başını sokacak kadar bir gölgelik bulabilmiş, bir müddet burada durduktan sonra çadıra dönmüş. Bu hali gören işçiler “Aman efendim siz niye çadırda kalmadınız.”Deyince. Şöyle cevap vermiş.Eğer ben burada dursaydım siz bu sıcakta istirahat edemezdiniz, tarlada çalışmaya çıkardınız. Büyükler şöyle demişler: İbadetin 10’da 9’u helâl lokmadır, ancak 10’da 1’i ibadetin kendisidir. Şahı Nakşıbend (ks): Kıyamete kadar tarikine (onun yoluna) dâhil olan kimseleri mahşer yerinde ellerinden tutacak ve kendisi ile beraber götürecektir.
Şahı Nakşıbend(ks) hazretleri: gafletin çoğu yiyecekten geliyor. Temiz olmayan helâl olmuyor. (Bu yiyeceklerden yendiği zaman insan gaflette oluyor. Allah’tan (c.c) gafil oluyor.
İnsanın yaşantısında adım attığı her yerde faiz var. Ne yaparsan yap, içtiğin suda yediğin ekmekte faiz var. Bunun için helâl lokma yiyemezsin, çünkü yediğin her lokmada faiz var. Çiftçi tohum alıyor veya ilaç gübre alıyor, bunları hep kredi ile alıyor. Yediğimiz ekmekte faiz var buradan başlıyor. Değirmenci faizle kredi alıyor. İşte bunlardan oluşan faiz bize gelinceye kadar birkaç defa faiz katlamasıyla bize haram lokma olarak geliyor. Boğazımızdan geçen her lokmanın haram olmasına sebep oluyor. Buda dini yaşamı azaltıyor. Faiz alan kişi anasıyla Kâbe de zina eden kişi gibidir. Neuzibillâh, faizden sakının. Bizim dağa çekilmemiz lâzım. Dağda ot da yesek yinede faizden kurtulamıyoruz. Buna karşılık yaptığımız taatlar ibadetler dualar, bu haram lokma nedeni ile kabul olmayabilir
Evliyanın birisi: 40 yıl nefsinin istediği bir yiyeceği ağzına almamış. 40 yıl sonra o yiyeceği ağzına almış ve hemen çıkarmış. Ben 40 yıl sabrettim yemedim, bundan sonra da sabrederim, yemem demiş.
Hazret (ks) Helâl Kazancın Önemi hakkında bir menkıbe nakletti:
Ebu Abbas Nihavendi’ye: Ticaretle meşgul olan zengin talebelerinden birisi geldi ve Zekâtı’nın kime vermesinin uygun olacağını sordu. Ebu Abbas da (ks) “Gönlün kime karar kılıyorsa ona ver! Dedi.
Aldığı bu cevapla hocasının yanından ayrılan talebe. Yolu üzerinde dilenen bir âmâ gördü. Gönlü ona ısındı. Zekâtı olan bir kese altın’ı çıkarıp verdi. Keseyi eliyle şöyle bir yoklayan âmâ sevinçle oradan ayrıldı. Ertesi gün aynı yerden geçen talebe, bir önceki gün kendisine zekât verdiği âmâyı başka bir âmâ ile konuşurken gördü. Kulağına şu cümleler ilişti:
“Dün bana bir beyzade tam bir kese altın verdi. Bende meyhaneye gidip bir güzel demlendim.” Bu durum talebenin canını sıktı, gönlünü daralttı. Doğruca Ebu Abbas Hz. yanına gitti. Hadiseyi tam arz edecekti ki, Ebu Abbas onun konuşmasına fırsat vermeden, sattığı külahının karşılığı olan bir akçeyi infak etmesi için kendisine uzatıp:
“Önüne çıkan ilk kişiye bu akçeyi ver! Diye tembihledi.
Talebe, bir şey diyemeden verilen vazifeyi yapmak için oradan ayrıldı. Hocasının dediği üzere karşısına çıkan ilk kişiye bu akçeyi verdi. Ancak içini kemiren bir merakla o şahsı takibe koyuldu. Adamcağız, şehrin kenar semtlerinden birisine gitti ve bir harabeye girdi. Sonra elbisesinin altından ölü bir keklik çıkartıp yere bıraktı. Tam oradan ayrılacaktı ki. Talebe önüne geçip sordu:
“ Ey yiğit! Allah için doğruyu söyle, bu ne haldir! Şuraya attığın ölü keklik nedir?”
Adamcağız kendisine akçeyi veren şahsı karşısında görünce kekeleyerek şunları söyledi:
“ Yedi gündür, bir şey bulup ta çoluk çocuğuma bir şey yediremedim. Ben ve hanımım sabrediyorduk, ama çocuklarımın artık açlığa tahammülleri, kalmamıştı! Buna rağmen dilenip insanlardan bir şey istemek, asla yapamayacağım bir işti. Bin bir ızdırap içinde kıvranırken, senin görmüş olduğun, çürümeye yüz tutmuş o ölü kekliği buldum. Zaruret sebebiyle onu yemeleri için çocuklarıma götürecektim. İçimden de Allah’a yalvarıyor: “Ya Rabbi, bize yardım eyle!” Diye niyaz ediyordum ki, sen gelip. O akçeyi verdin. Ben de rabbime şükrederek o yenemeyecek durumdaki kuşu mezbeleye bıraktım. Şimdi pazara gidecek ve verdiğin akçeyle yiyecek bir şeyler alacağım.”
Bu hale şaşırıp kalan talebe, derhal Ebu Abbas hazretlerinin yanına geldi. Hazret-i Pir, o henüz bir şey söylemeden şöyle buyurdu:
“Evladım! Demek ki, sen kazancına şüpheli veya haram bir şey karışıp karışmadığına dikkat etmemişsin. Bu yüzden de dikkat ettiğin halde zekâtın şaraba gitti. Zira kazanılan şeyler, nereden ve nasıl elde edilmişse, aynı şekilde elden çıkar. Nitekim senin bir kese altınına mukabil benim bir tek akçemin Salih bir insanın eline geçmesinin hikmeti de, onun sırf el emeği ile kazanılmış olmasından, yani helâl olduğundandır diye buyuruyor…”
Hazret (ks) bu menkıbeyi şöyle açıkladı:
Her şey, müspet (iyi) veya menfi (kötü) sahip olduğu hususiyetlere göre değer kazanır veya kaybeder. Bu gerçek, helâl ve haram meselelerinde daha da barizleşir. Onun için eskiler mal ve mülk hakkında: “Haydan gelen huya gider!”Demişlerdir.
Bu, iki manaya da gelir. Birinci; “hayy” olan Allah’tan gelen yine “Hu” olan Allah’a gider, yani Allah yolunda harcanılır demektir. İkincisi de; Havadan kazanılan, şüphe ve haramla karışık kazançlarda yine havaya/boşa gider, anlamındadır. Kısaca helâl, helâle vesile olurken, haram da harama sebebiyet verir. Nitekim bu hakikati ifade konusunda Ebu Bekir Verrak (ks) Hazretleri bir sohbetinde:
“Sabahları kalkınca insanlara bakarım; Kimin helâl, kimin haram yediğini anlarım!” Buyurdu.
Sordular:
“Bunu nasıl anlıyorsunuz?”
Şöyle izah etti:
“Her kim sabahleyin kalkar kalkmaz dilini boş laf, gıybet ve sövüp saymakla meşgul ederse, bilirim ki bu hal, yediği haram gıdadan kaynaklanmaktadır. Her kimde sabahleyin kalktığında dilini Allah’u Teâlâ’nın zikri, kelime-i Tevhid ve istiğfarla meşgul ederse, onun aldığı gıda da helâl yoldandır.
Çünkü helâl de haram da sahip oldukları özelliklere göre insanların fiillerine yansırlar. Vesselâm.
Hazret (ks) Bu sohbetinde dedesi şeyh Abdurrahman’i Taği (ks) den bahsetti:
Dedem şeyh Abdurrahman’i Taği (ks) hazretleri sekerattayken ah çekiyor. O esnada yanında bir müridi varmış. Bir müddet sonra kendine geliyor ve müride soruyor? Benden bir ses çıktı mı? Mürid çıktı ama kendinize geldiniz diyor.
Dedem mübarek şöyle cevap veriyor. Biz bir günah işledik diyor.
Hazret (ks) bu konuya şöyle açıklık getirdi. “Şu hale bakın. Tarikat ne kadar incedir. Ehli tarik bir ahı bile günahtan saymıştır”.
Hazret (k.s) bu sohbetinde Gavs’ı Geylani’den (k.s) bahsetti: (Norşin Sohbeti)
Gavs’ı Geylani (k.s) Hz. nin bir müridi iftara evine davet etmiş o da peki demiş. Arkasından bir mürid daha Gavs Hz. lerini davet etmiş ve bu davet edenlerin sayısı aynı anda on kişiye çıkmış. Gavs Hz. leri hepsine peki demiş. Aylardan Ramazan ayıymış. Hepsi iftar için hazırlıklarını yapmış. Herkes kendi kendine üstat acaba hangimizin evine gelip iftar edecek diye düşünüp beklemişler. Gavs Hz. leri Allah’ın (c.c) izni ile on kişinin de evinde bulunmuş. Cenab-ı Allah (c.c) dokuz tane melek görevlendirmiş. Gavs Hz. lerinin şekline girerek dokuz evde melekler bir evde Gavs Hz. leri iftarda bulunmuş. Sadatlarda çok kerametler görülmüş. Sebebi hikmeti ise Cenab-ı Hak (c.c) o topluma hidayet nasip etmiş dolayısıyla o topluluk. O kerametleri görmüşler.
Hidayet nasip olmayanlar ise bu tür kerametleri görmeyip sadatların münkirliğini yapmış. Yani kötülemişler.
Ebu Cehil’ in Peygamberimiz’i (sav) peygamber olarak görmeyip Abdullah’ın oğlu Muhammed dir dediği gibi Peygamberimizin mucizelerini görmüyor. Sebebi ise hidayet ona nasip değildir.
Sadatların kendilerinin haberi olmadan, kendisi fark etmeden kerametler vuku bulmuştur.
Bunları görenler hidayet nasip olan sadık aşıklar tarafından görülmüş farkına varılmıştır.
Cenab-ı Hak cümle Muhammed ümmetine ve bizlere hidayet nasip etsin. İnşaallah. Âmin.
Hazretin (ks) bu sohbetin de zenginlerden bahsetti:
ALLAH (c.c) Rezzak’tır Rızkı ondan beklemeliyiz.
Zenginlere zenginliğinden makamlarından dolayı hürmet gösterilmez.
Hazret (ks) bu konu üzerine kendi yaşadığı bir meseleyi anlattı.
Erzurumlu bir aileden bahsetti. Bu aile Ankara’da biz Her Ankara’ya geldiğimizde evlerine misafir edip bizi ağırlardı ancak Hazretin (ks) geldiğini duyan Ankara’da oturan bir sürü insanda gelirdi her akşam yemekte Onbeş Yirmi kişiden aşağı olmazdı adam fakirdi. Ama her gelişimizde böyle yapmaya. Ağırlamaya devam ederdi.
Gün geldi adama Cenabı Allah (c.c.) zenginlik verdi. Adam çok zengin oldu. Şimdi onu görünce Selâmün Aleyküm dahi desek merhaba, Merhaba deyip görmezliğe geliyordu. Böyle olmamak gerekir, hayırlı zengin olmak lâzımdır. Cömert olmak Fakirlere yardımcı olmak ve fedakâr olmak lâzımdır.
Cenabı ALLAH (c.c.) en cömerttir cömertleri sever.
Hazret (ks) Bitlis bölgesinde yetişen pirinç’den bahsetti:
Bitlis bölgesinde yetişen bir cins pirinç var bu sadece o bölgede yetişiyor ve az olduğundan herkes istiyor. Fakat herkese yetecek kadar yetişmiyor. Aynı pirinç’ten birde Erzurum’un bir bölgesinde az miktarda yetişiyor. Bu pirinçten yapılan pilavı seviyoruz. Pirinçler pişince birbirine yapışmıyor tane, tane oluyor.
Hazret (ks) eskiden diyor. Oradaki bazı kimselere söylerdik bize bu pirinçten gönderin diye göndermezlerdi gönderseler parasını veriyorduk. Şimdi ise bizim çocuklar zengin olunca biz istemeden gönderiyorlar. İnsanların zenginlere karşı zenginliğinden dolayı hürmet göstermesi çok tehlikelidir. Ben bu insanlara çok acıyorum yanlış yapıyorlar.
Dünya müminlerin cehennemi, kâfirlerin cennetidir. Dünyada rahat yoktur. Her türlü sıkıntı, eziyet hastalık ve musibetler karşısında mü’min sabretmeli. Bunların Cenabı Allah (c.c) tarafından geldiğini bilmeli gününü sabırla, şükürle geçirmelidir.
Hazret (ks) bu konuyla ilgili Norşin de bir kişiden bahsetti.
Bu kişi çok zengin ve bir sürü tarlaları toprakları vardı akrabalarıyla aralarındaki husumet’ten dolayı rahat edemedi ailesiyle çocuklarıyla beraber İstanbul’a göçtü. Orada da rahatı huzuru bulamadı. Oğlu ve gelini ruh hastası olmuş ayrıca kendisinin bütün vücudunda geçmeyen yaralar çıbanlar çıkmış. Bir türlü tedavi edilemiyormuş. Dünyada zenginde olsan fakirde olsan rahat yok. Dünyadır dünyada rahatlık arayan ahmaktır. Dünyada rahatlık olmaz. Vesselâm.
Hazretin (ks) bu sohbetin de Cömertlik ve Cimrilik hakkında kısa iki Menkıbe anlattı:
İbrahim Ethem Hazretlerine bir nasihat etmesi için rica edildi. Bunun üzerine İbrahim Ethem (ks) Hazretleri şöyle söyledi.
1- Bağlı olanı aç, açıkta olanı kapat.
Yani kesenin ağzını aç. Çömert ol, fakirlere, ihtiyaç sahiplerine yardımcı ol.
Ağzını kapat. Dilini tut, başkalarının ayıplarını araştırma, gıybet etme, Kötü söz söyleme,
Cenabı Allah (c.c) daha çok utanmaları için kullarını tanıdıklarının ve sevdiklerinin yanında hesaba çekecektir.
Bunları iyi düşün!
2- İlmi amel için öğren. İlimleri dağlar gibi büyüdükçe, amelleri zerreler gibi azalanlardan olma.
Büyüklerin söylediği gibi;
“İlim, ilim bilmektir.
İlim kendini bilmektir.
Sen kendini bilmezsen
Bu nice okumaktır.”
İnsan ne olduğunu, yaradılış gayesini, dünyaya geliş nedenini bilip, bu doğrultuda bilgi edinmeli ve öğrendiklerini hayatında uygulamalıdır.